28 Haziran, 2009

"SÖZ SANATLARI" REKORA KOŞUYOR

DEĞERLİ DOSTLAR MERHABA,
İmge Kitabevi'nce internet sitesinden sunulan verilere göre, kitabevinin 6 şubesinde (Ankara 2, İstanbul 3 ve Bodrum 1 şube) yapılan toplam satışlar göz önünde tutularak "Söz Sanatları", 1o günlük satışıyla bir rekora imza atıp kendi kategorisinde 2009'un en çok satanlar listesinde 21. sırada , 2009 Haziran ayında da ayın en çok satanlar listesinde 4. sırada yer almıştır.
Değerli kitapseverlere bu yoğun ilgilerinden dolayı yürekten teşekkür ederim.
NURİ SAĞALTICI
NOT:Fotoğrafı büyütmek için üstüne tıklayınız.

20 Haziran, 2009

"SÖZ SANATLARI" SEÇKİN KİTABEVLERİNDE

DEĞERLİ DOSTLAR,
Çağdaş Türk edebiyatından yaklaşık 1000 seçkin şiir, fıkra, özdeyiş ve nükte üzerinde uygu-lamalı ve konu anlatımlı olarak sunulan "SÖZ SANATLARI" kitabı, 23 yıllık öğretmenlik biri-kiminin ürünüdür.
Kendi alanında bir ilk olan bu çalışma, bütün edebiyat öğretmenlerinin, lise öğrencilerinin, edebiyat bölümü öğretim görevlilerinin ve öğrencilerinin, güzel konuşma ve yazma meraklılarının önemli gereksinimlerinden birini karşılayacak bir yapıttır.
kapak: mat kuşe kağıt sayfa: ithal kitap kağıdı sayfa sayısı: 264 fiyatı : 10 TL
SATIŞ YERLERİ: ANKARA:
İMGE KİTABEVİ
DOST KİTABEVİ
ADANA :
KİTAPSAN KARAHAN KİTABEVİ NOBEL KİTABEVİ HECE KİTABEVİ
ÇUKUROVA KİTAP-KIRTASİYE
DAMLA KİTABEVİ MERKEZ YENİ SİSTEM DERSHANESİ-Gülbahçesi Sitesi B Blok Kat 4
HATAY/SAMANDAĞ :
BİREYŞOĞLU KİTABEVİ VE GAZETE BAYİİ
eleştiri ve yazışma için : nurisagaltici@hotmail.com
*******************************************************************************************

KİTAP İÇİN DEDİLER Kİ *************************************************************************** 1- "SÖZ SANATLARI" HAKKINDA Birçok öğrenci söz ve anlam sanatlarını şairlerin, yazarların onlara zorluk çıkarmak için yaptığını sanır ve çoğuna, hangi dizede, hangi satırda ne sanatı yapıldığını bulmak, harita üzerinde Patagonya’nın yerini göstermekten daha zor gelir. Acıdır; ama genç öğretmenlerin de çoğu, söz gelip bu konuya dayandığında üstesinden nasıl geleceklerini kara kara düşünür. Oysa şairin ya da yazarın tek derdi vardır: Söylemek istediğini daha güzel, daha etkileyici anlatmak. Söz ve anlam sanatları bunun için vardır. Hemen hiçbir şair ya da yazar, sözün bu noktasında bir sanat yapmalıyım diye yer vermez söz ve anlam sanatlarına. Bu sanatları derdini daha iyi anlatmak için, çoğu kez farkına bile varmadan kullanır. Asıl ilginç olan, adını bilmedikleri o sanatların çoğunu aslında herkesin yapıyor olduğudur. Üstelik yalnız şiirsel laflar edilmek istendiğinde değil, gündelik yaşamın en sıradan konuşmaları içinde bile. Kız arkadaşının süsünü, giysisini beğendiğini bildirmek, gönlünü hoş etmek için, “Ay, gelin gibi olmuşsun.” diyen, benzetme sanatı yaptığının, “Öldüm yorgunluktan.” diyen abartma sanatı yaptığının farkında değildir. Onlara, bu sanatların çoğunu zaten bildiklerini ve kullandıklarını anlatmak için, önlerine sözcüklerini de içeriğini de anlamadıkları birtakım beyitler sürmek yerine, ezberlemek isteyecekleri kadar hoşlanacakları şiirlerden, severek söyledikleri şarkılardan örnekler sunmak en doğru, en akıllıca yol değil midir? İşte Nuri Sağaltıcı bunu yapmış. Edebiyatın pek de sevimli bulunmayan bu alanını herkesin kolaylıkla anlayabileceği duruma getirmiş ve ilgileneceklerin kullanımına sunmuş. Eline ve beynine sağlık demekten başka ne denebilir? Yazar: Feyza Hepçilingirler Yıldız Teknik Üniversitesi Türkçe Bölümü Öğr. Görevlisi

******************************************************************************* 2- "SÖZ SANATLARI"NA TAKRİZ (ÖVGÜ) Dilin, insanların biyolojik ihtiyaçlarını karşıla-mak üzere kullandıkları gündelik iletişim sistemi olan boyutu; bir de soyut düzeyde duygu, düşünce ve heyecanı ifadeye dönüştüren edebi boyutu vardır. Biz, gündelik iletişim dilimizi sözlüğün ilk anlam boyutuyla kullanırız. Bundan başka bu ortak ve genel dili, ede-biyatla özel ve özgün bir hale getiririz. İşte tam bu aşamada genel ve or-tak dili, özel ve üst bir dile dönüştürürüz. Buna genel anlamda "edebiyat dili" diyoruz. Edebiyat dilinde, dil unsurlarına mecazi ve çağrışımsal anlamlar yük-lenir. Bunu yaparken söz, anlam ve heyecan sanatları yaparız. Bu türlü sanatlarla dilimiz daha bir güzelleşir ve zenginleşir. Genelde "edebi sa-natlar" dediğimiz sistem, sadece süslü bir edebiyat yapmak için üretil-mez; aynı zamanda dinleyicide kalıcı bir etki yapmak amacını da güder. Bu bağlamda bir edebiyatçının gücü özgün, çarpıcı, güzel, yeni edebi sanatlar üretmede ortaya çıkar. Yüzyıllara dayanan Türk edebiyatımız da dünyanın en eski ve en büyük edebiyatları arasında yer alır. Türk ede-biyatının gücü, edebi sanatlar bakımından zenginliğinde ortaya çıkar. Özellikle Divan edebiyatımız ve Türk halk edebiyatımız, bu bağlamda çok zengindir. Ortaöğretimimizde çocuklarımıza dilimizin ve edebiyatımızın güzelliğini ve zenginliğini en çok edebi sanatlar üzerinden gösteriyoruz. O yüzden edebi sanatlarımızın öğrenilmesi, edebiyat zevkimizin geliş-mesini sağlayacaktır. Tecrübeli bir edebiyat öğretmeni olan Nuri Sağaltıcı Bey'in elinizdeki çalışması, Türk çocuklarının kendi edebiyatlarını ve dillerinin zengin-liğini daha yakından hissetmelerine büyük imkân sağlayacaktır. Nuri Sağaltıcı Bey, zor bir işi başarmış, zorlaştırılarak öğretilmeye çalı-şılan edebi sanatları kolay anlaşılabilen bir üslup ve örnekler ışığında kolay öğrenilebilen bir hale getirmiştir. Kendisini kutluyor ve eserinin Türk çocuklarına faydalı olmasını diliyorum. Prof. Dr. Nurullah ÇETİN . Ankara Üniversitesi . Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi . Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ************************************************************************* 3- NURİ SAĞALTICI VE "SÖZ SANATLARI" Nuri Hoca şiirlerimi tahlil ederken o kadar titiz davran-mış ki okuyunca hayretler içinde kaldım. Bu kitaptaki şi-irlerin Türk dili ve edebiyatındaki özellik ve inceliklerini tespit ve tahlili, onun bu konudaki uzmanlığının mükemmel bir ürünüdür. Bu fedakâr çalışmasıyla öğrencilerine muhte-şem bir ders kitabı takdim etmiştir. Bugüne kadar dört şiir kitabı çıkarmış bulunmaktayım. Hiçbir dil uzmanı ve eleştir-men, şiirlerimle ilgili olarak bu kadar güzel, bilinçli ve cesur tahlillerde bu-lunmamıştır. Bu özgün ve değerli çalışmasıyla Nuri Bey'in Türk Dili’ne ettiği hizmeti takdirle karşılıyor, Sâfi sevgilerimle gözlerinden öpüyorum. TÜRK DİLİNE HİZMET Şairlik özellik, şiir emektir İnkâr etmek kul hakkını yemektir Güzel yazmak kadar güzel yorum da Türk diline hizmet etmek demektir Şair Cemal Safi *********************************************************************** 4- "SÖZ SANATLARI" ÜZERİNE “Bütün başkaldırmış düşünceler bir söz sanatı ya da kapalı bir evren içinde belirlenir.” diyor ünlü Fransız yazar Albert Ca-mus. Edebi ürünlerin ortaya çıkması şüphesiz etkin bir gözlem sanatsal bir yaratıcılık ve estetik gerektirir. Bu noktada devre-ye giren “söz sanatları ” şairin ve yazarın aynasının derinlerindeki gizemli yüzü, sessiz çığlıklarıdır." Burada ozan, ger-çekliği, öznel imgelem dünyasından geçirerek, söz sanatlarıyla süsleyip oku-yucuya sunandır. Büyülü ve etkin bir gözlem gerektiren “söz sanatları”, şairin Tanrısal soluğunda gizlidir. Edebiyatın vazgeçilmezi olan söz sanatlarının, Çağdaş Türk şiirinden ör-neklerle anlatılarak günümüze uyarlanan ve değerli Edebiyat Öğretmeni-miz Nuri Sağaltıcı dostumuz tarafından titizlikle, özveriyle ve ustaca kaleme alınan “ Söz Sanatları” kitabının, edebiyat dünyamızda önemli bir boşluğu dolduracağına ve okuyucuda büyük bir heyecan uyandıracağına inanıyo-rum. Edebiyat sevdalısı değerli Nuri Sağaltıcı Hoca’mızı bu güzel eserinden dolayı kutluyor, edebiyat dünyamıza armağan edeceği yeni eserlerini heyecanla bekliyorum, Işık ve sevgiyle… Şair Aydan YALÇIN- Ankara ************************************************************************* 5- "SÖZ SANATLARI"NA DAİR Saygıdeğer Türkçe Öğretmenim Nuri Sağaltıcı Bey'in mesleki ve sosyal yaşamında insancıl değerleri, sağlam bir karakteri, onurlu bir kişiliği her türlü gücün üstünde tuttuğuna bir öğrencisi olarak sürekli tanık oldum. Kendisini model alan bir öğrencisi ve eğitimci olarak böyle çok yönlü, üretken ve sanat değerlerini yapısında bulunduran bir insanı tanımanın ayrıcalığını ve gururunu da hep yaşadım. Bir şair, şiirinin bir dizesinde "Gönüllerin köşkünde bir köşen var mı sen ona bak" diyor. İşte, yaşamında her şeyden önce her gönülde bir köşe kapmayı başarabilen Nuri Hoca'mız, şimdi de yazar kimliğiyle usta kalemini yoğun, titiz ve özverili bir çalışmanın çemberinden geçirerek eşsiz bir eseri "Söz Sanatları" başlığıyla edebiyat dünyamıza kazandırmanın mutluluğu ve sevinci içerisinde. Hocamızın eserinin de kendisi gibi her gönülde yer alacağından hiç kuşkumuz yok. Uğur Ekiz Tarih Öğretmeni 16 Mart 2009

19 Haziran, 2009

ZEYNEP KORKMAZ VE AKADEMİK ANLAYIŞIMIZ

Üniversiteleriyle, ilk ve orta öğretim okulları arasında, Türkçe öğretimi yönünden, bağları tamamen kopuk bir ülkede yaşıyor gibiyiz. Türkçe öğretiminde üniversite-ortaöğretim ilişkisini yeniden yapılandırmaya, bu anlamda çok ciddi bir yeniliğe gereksinimimiz var. Nereden çıktı bu şimdi, diyeceksiniz? Anlatayım: Üniversitede dilbilgisi derslerimize giren bir öğretmenimiz vardı. Dilbilgisi konularından biriyle ilgili Sayın Muharrem Ergin’in bir yanlışını bulup öğretmenime söylemiştim. Çok sert bir tepki gösterdi buna. Dedi ki: “O, benim hocamdır, senin onu eleştirmen için önce onun düzeyine erişmen gerekir. Ben de onun bazı yanlışlarını biliyorum;ama bunları söylemiyorum. Bu, saygısızlık olur.” O yıllarda üniversitelerimizi yalnızca bilim ve araştırma yuvaları olarak gören bir genç olarak, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı anımsıyorum. O zaman kalkıp şöyle demiştim: “Bizden sonrakiler, bizim öğreteceğimiz bilgilere yenilerini eklemezse ilerleme nasıl olacak?” Sorumun yalnızca “saygı” kavramıyla geçiştirildiğini hatırlıyorum. Üniversitelerin çoğunda benzer “saygı” törenlerinin devam ettiğini gösteren işaretler alıyor ve üzülüyoruz. Elbette öğretmenlerimize saygı duymamız gerekir; ama onların iyi niyetli hatalarını bilim adına ortaya koymak, onlara asla saygısızlık etmek değildir. Tam tersine, onların bizden asıl istediği de budur. Sayın Zeynep Korkmaz’ın TDK’nin resmi sitesindeki bir yazısından buralara geldim. “Bileşik eylem”, bu aralar yoğunlaştığım bir konu. Konuya ilişkin bakış açılarını incelerken, Sayın Zeynep Korkmaz’ın “Türkçede Birleşik Fiiller ve Anlam Kaymaları” adlı yazısına takıldım kaldım. Diyor ki: “Birleşik fiilleri, taşıdıkları birbirinden ayrı yapı ve anlam özelliklerine göre kendi içinde dört alt sınıfa ayırmak mümkündür: Bir isim ile et-, ol- yardımcı fiillerinin veya esas fiil olma dışında yardımcı fiil alarak da kullanılan bul-, buyur-, eyle-, kıl-, yap- fiillerinin birleştirilmesi yoluyla kurulan birleşik fiiller: akın et-, göç et-, kul ol-, mecbur ol-, son bul-, kabul buyur-, dikkat buyur-, namaz kıl-, icra kıl-, doğum yap-, hesap yap- gibi. “ Sayın Korkmaz, yukarıda buyurduğunuz “doğum yapmak”, “namaz kılmak”, “hesap yapmak” gerçekten bileşik eylem mi? O zaman şu cümleleri bir zahmet öğelerine ayırır mısınız: · Kadın üç beş gün sonra doğum yapacak. · Kadın, bu doğumu da erken yapar mı? · Yaşlı adam, o sırada namaz kılıyordu. · Adam, namazını kıldı. · Adam, öğle namazını kıldı. · Adam, beş namaz kılıyordu. · Adam bayram namazını kılıyordu. · Adam akşam namazını hangi saatte kılacaktı? * Gelecek ay için hepimiz hesap yapıyorduk · Bunun hesabını yapacaksın. · Bunun hesabını iyi yapmalısın. · Bizim sınıfta, böyle şeylerin hesabını en iyi o yapar. Öğrencilerinize siz bunları böyle öğretiyorsunuz. Peki, ilerde öğrencileriniz öğretmen olduğunda, bir lise öğrencisi öğretmenine bu verdiğim örnek cümlelerin benzerini öğretmenine sorarsa, öğretmen, öğrencisine nasıl açıklamalı sizce? Bu konuda da bize bilgi verirseniz gerçekten çok sevineceğiz. Asıl sorun bu bence. Yazısının devamında diyor ki Sayın Korkmaz: “Verilen örneklerde görüldüğü üzere, buradaki yardımcı fiilin işlevi somut veya soyut bir nesneye ad olan bir ismi bir fiil durumuna, bir oluş ve kılış hâline getirmektir. Bu kuruluşa birleşik fiil denmesinin sebebi de iki farklı gramer biriminin kendi özel anlamlarını devam ettirmekle birlikte birleşip kaynaşma yoluyla yeni bir kavrama karşılık olmalarındandır” Ama Sayın Korkmaz, bu fiiller yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi “bileşik” olamıyor maalesef. Devam edelim bu ilginç yazıya: “Dördüncü gruptakiler, isim veya isim soylu bir veya birden çok kelimenin, belirli gramer kalıpları içinde, bir esas fiil ile birleşerek bir anlam kaymasına uğrayıp kalıplaşması ile oluşan birleşik fiillerdir: göze gir-, gözden düş-, çile çek-, üste çık-, pamuk ipliğine bağla- gibi. Bizim bu yazıda üzerinde duracağımız birleşik fiiller asıl bu son grupta yer alanlardır. Yalnız konunun ayrıntısına inmeden önce gramerlerimizde ve fiil konusunu ele alan bazı araştırmalarda birleşik fiiller ile ilgili terimlendirme ve sınıflandırmada yer alan bir yanlış değerlendirmeye işaret etmek istiyoruz. Şöyle ki: Mevcut gramerlerin bir kısmında birleşik fiil başlığı altında, bizim yukarıda yalnız 1. ve 2. grupta verdiğimiz birleşikler üzerinde durulmuş. 3. ve 4. gruptakiler dikkate alınmamış veya bunlar arasına ayrı bir sınıflandırma yapılmadan 4. gruba giren bir iki fiil örneği de katılmıştır. “ Evet Sayın Korkmaz, herkes demek ki sizin kadar yürekli değilmiş ki bu konuya fazla girmek istemiyor. Siz şimdi “çile çekmek” eyleminin bileşik olduğunu söyleyince bileşik mi oluyor? Buyurun o zaman şu cümleleri de bir zahmet açıklayın, öğelerine ayırın, ne dersiniz buna? · Ben yıllarca çile çektim. · Ben bu çileyi yıllarca çektim. · Bu amansız çileyi hep çektim. · Ömrüm boyunca birbirinden büyük ve insanı kahreden çileler çektim. Zeynep Korkmaz, devam ediyor: “Burada özellikle üzerinde durulması ve vurgulanması gerekli husus, birinci, ikinci ve üçüncü gruptaki fiillerin sadece “birleşik fiil” olarak verilmesi, dördüncü gruptakilerin de “anlamca kaynaşmış birleşik fiiller” olarak adlandırılmasıdır. Bazı gramerlerde dördüncü grup yer almadığı için böyle bir adlandırma da yoktur.” Dilinize sağlık Zeynep Hoca’m, devam edin lütfen: “Dilimiz anlam kaymasına uğrayarak kaynaşıp kalıplaşmış birleşik fiiller açısından çok zengindir. Dildeki sayıları altı binin üstündedir. Taşıdıkları özel anlamlar ile söz varlığımıza büyük bir zenginlik katmışlardır. Ama, ne yazık ki bu konu, gramerlerimizde genellikle üç beş cümle ile geçiştirilmiş ve üzerinde şimdiye kadar, yayımlanmamış bir iki çalışma dışında, derinlemesine araştırma ve incelemeler yapılmış değildir. ( ....) Onların bu özelliklerini şekil yapılarından başlayarak açıklamaya çalışalım: (.....) 1. Özne+fiil bağlantısı ile birleşenler: Bu alt gruptaki birleşiklerde fiilden önce gelen isim veya isim grubu fiile ya yalın hâlde ya da iyelik eki alarak bağlanmıştır. Bu durumda, birleşik fiil içindeki isim veya isim grubu fiilin öznesi gibidir: Karın acık- (karnı acık-), ders al- "ibret almak", ilham al-, bet beniz at-, surat as-, kafası bozul-, eli ayağı çözül-, dili dolan-, gözü dön-, içi geç-, kanat ger-, yüreği hopla-, uykusu kaç-, canı yan- vb. İnanın Sayın Hocam, şu cümleler de gelip aklıma takıldı, öğelerine nasıl ayıracağımı bilemiyorum: · Öğlene kadar yemek yemediğim için karnım acıktı. · Çocukların karnı, büyüklerinkine göre daha erken acıkır. · O anda adamın karnı iyice acıkmıştı. · O gün sinirden gözü dönmüştü. · İki gün önce adamın gözü dönmüştü. · O yaşalı adamın gözü dönmüştü a an. · Bu olaydan ibret almalısın. · Bu olaydan ibretini al ve akıllı otur. · Gecenin geç vakitleri olmasına rağmen uykum kaçmıştı. · Bu tatsız olay uykumu iyice kaçırmıştı. · Olayın üzerinden aylar geçmesine karşın hala içim yanıyor. · Bu olay aradan yıllar geçse de içimi yakacaktır. · Adam ne yapsak bize surat asıyor. · İkide bir suratını asma öyle. · O güzel suratını hiçbir zaman asmamalısın. İşte Sayın Hoca’m, ilköğretim mezunu her insan bilir ki bu cümleler öğelerine ayrılırken çıkmaza girilir. Benim asıl vurgulamak istediğim sorun da bu. Yazınıza devam edelim :” II. İki Ögeli Kalıplaşmış Birleşik Fiiller: Bu gruba giren birleşiklerde, fiilden önceki isim ögeleri birden fazla olabilir. Buna göre bu gruptaki alt gruplar şöyle gösterilebilir: Özne+nesne+fiil bağlantısı ile birleşenler: İçi kan ağla-, eteği zil çal-, kan gövdeyi götür-, kendi kendini kemir-, ağzı lâf yap-, yangın bacayı sar-, eli silâh tut- vb. Özne+yer tamlayıcısı+fiil bağlantısı ile birleşenler: İş (işi) baştan aş-, el (eli) kana bulaş-, kanı tepeye çık-, yumurta kapıya dayan-, el ayağa dolaş-, atı alan Üsküdar’ı geç-, söz ayağa düş-, iş dayıya düş-, başı dara gel-, canı burnunun ucuna gel-, keyfi yerine gel-, yakayı ele ver-, post elden git-, gözü arkada kal-, gözü yolda kal-, ayağı yerden kesil-, yer yerinden oyna-, evdeki pazar çarşıya uyma-, dünya başına yıkıl- vb.” Vallahi sizin yazınızı okudukça, ne yalan söyleyeyim, ya benim Türkçe öğretmeni olarak öğrendiklerimde bir anormallik var, ya sizin anlattıklarınızda bir anormallik var, diyesim geliyor. Yani siz diyorsunuz ki, aşağıdaki cümleler öğelerine ayrılırken, yüklem şöyle gösterilmeli: · Bugün içim kan ağlıyor . · Bu işe kan bulaştı. · Elim kana bulaştı. · Artık yumurta kapıya dayandı. · Babasını karşısında görünce keyfi yerine geldi. · Babasını karşısında görünce küçük çocuğun keyfi yerine geldi. · Haberi alır almaz adamın ayağı yerden kesilmişti. · Maç sürerken yer yerinden oynuyordu. · O an dünya başıma yıkılmıştı. · Evdeki hesap çarşıya uymaz. · Atı alan Üsküdar’ı geçti. · Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye. Yazınızla ilgili daha ayrınıtlı yorumlar yapmak isterdim ama yazımız amacını aşar. Sanırım verdiğim örnekler yeter. Doğru mu gösterdim eylemleri Sayın Hoca’m? Doğruysa lütfen öteki öğeleri de nasıl ayıracağımızı açıklar mısınız bize? Ve sizden son bir ricam olacak: Yukarıda adını andığınız “bileşik fiiller”in bir de çatı yönünden özelliklerini de açıklar mısınız? Göreceksiniz Sayın Zeynep Hocam bu cümleleri öğelerine ayırmak o kadar kolay olmayacak. Hele bunları bu halleriyle çatı yönünden açıklamak sizi bayağı terletecek gibime geliyor. İyisi mi bütün iyi niyetimizle gelin beraber bunlar üzerinde tekrar düşünüp herkesin kabul edebileceği yeni bir yorum yapalım, ne dersiniz? Size bu konuda yardımcı olacak kadar yeni malzeme de topladım. Topladığım örnekler TDK Başkanı Prof. Dr. Sayın Şükrü Haluk Akalın’a iletilmiştir. İsterseniz o yolladığım örnekleri de inceleyin lütfen. Cevabınızı kamuoyuna açıklarsanız, Türkçemize hizmet eden pek çok değerli meslektaşımız da bu cevabınızdan çok yararlanacaktır. Bundan emin olabilirsiniz. Nuri SAĞALTICI

YAZIM KILAVUZU-2005

DİL DERNEĞİ'nin hazırladığı "Yazım Kılavuzu"nun yeni baskısı çıktı. Doğrusu önceki baskıdan bugüne kadar geçen üç yıllık sürede bu konuda çok hararetli tartışmalar vardı. Dil Derneği, tartışmalı konulara ve sorunlara çözüm getirebilecek miydi? Eski baskıdaki kimi yanlışlıkları ve eksiklikleri giderip TDK'nin en çok eleştirilen yetersiz tutumu karşısında kamuoyunun beklentilerini karşılayabilecek miydi? 1) Yazım Kılavuzu, bilgisayar terimi olarak kullanılan "chat" kavramını dilimizin yerleşmiş yazım kurallarına uyarak ilk kez "çet" biçiminde aktarmış ve bu yönüyle "çet" sözcüğü ilk kez bir yazım kılavuzuna doğru biçimde aktarılmıştır. Öğrencilerime yıllardır bu gerçeği aktarmaya çalışırken büyük bir sıkıntı yaşadığımı ve sözcüğün bu biçim yazımını benimsetmekte bayağı sıkıntı çektiğimi belirtmeliyim. 2) Kılavuzun "GİRİŞ" bölümündeki yazım kuralları yerleşmiş yazım anlayışımıza her yönden en uygun yazım kılavuzudur. Yapıtın titiz bir çalışma ürünü olduğu ortada. Ne var ki kimi yanılgılar da yok değil. Nedir bu yanlış ve eksiklikler? a) Yapıtın 14 ve 25. sayfalarında şöyle denmektedir:"Sonunda SERT ÜNSÜZ bulunan kimi özel adlar, ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında söyleyişte beliren yumuşama yazımda gösterilmez: Bülent'e (BÜLENDE/okunur)...Tokat'a (TOKADA/okunur)" Burada öncelikle anlatımın daha açık olması için "sert ünsüz" teriminin yerine "süreksiz sert ünsüz" denmesi daha uygun olurdu.Bir nokta daha var ki o da şu: Açıklamayla ilgili örneklerin bazılarında bir yanılgı olduğunu düşünüyorum:Biz günlük konuşmalarda özel ad olan Bülent ve Tokat sözcüklerine ünlüyle başlayan bir ek getirdiğimizde sözcüklerin sonundaki "t" seslerini yumuşatır mıyız yoksa bu bir dalgınlık mı? Bu örnekler üzerinde tekrar düşünmekte yarar var sanıyorum. b) 15. sayfada: "Son hecesinde kalın ünlü bulunmasına karşın, sonundaki ünsüzün inde oluşu nedeniyle kimi yabancı kökenli sözcüklerin aldığı eklerdeki ünlülerin ince yazılıp okunması: EMLAK, -Kİ, ideal-li,ekol-lü...biçiminde gösterilmiştir." denmektedir. Yine bir dalgınlık olarak düşünebileceğimiz "emlak" sözcüğü yanlışlıkla burada aktarılmış ve örneklenmiştir. Neden? Çünkü bu sözcüğün sonundaki "k" ünsüzü ince okunmamakta, yalnızca içsesteki "l" ünsüzü ince okunmaktadır ve bu nedenle bunun doğru yazımı "emlak-ı" biçiminde olmalıdır. c)Kitabın "Ünsüz Uyumları" başlığı altında 24. sayfada verilen "b" maddesindeki açıklama yanlış olmamakla birlikte sanki Türkçede sertleşme kuralının dışında bir de yumuşak ünsüz uyumu varmış gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Bu yüzden bu maddeyi gereksiz gördüğümü belirtmeliyim. Zaten başlığa dikkat edilirse "Ünsüz Uyumları" denilerek de okuyucuda sanki birden çok ünsüz uyumu varmış gibi bir izlenim bırakılmaktadır. Bu yönden bu bölümdeki bilgilerin sonraki baskılarda göz önünde tutulması gerekmektedir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki yumuşak ünsüzlerden sonra sert ünsüzle başlayan bir ek gelebilmektedir. Yani "yumuşak ünsüzlerin uyumu" diye bir kural yoktur: gelir-se, belir-ti, şırıl-tı, dön-se... d)34. sayfada "Yabancı Özel Adların Yazımı" başlığı altında 1. maddede verilen bilgi doğrudur ancak bazı örneklerin "yerleşmiş yazım biçimleri olduğu tartışma götürür. Örneğin, Shakespeare'in "Şekspir", Washington'un "Vaşington" biçiminde, Cannes sözcüğünün de "Kan" biçiminde yazılması önerilmektedir. Merak ediyorum "Cannes Film Festivali" mi daha çok yaygındır yoksa "Kan Film Festivali" mi? Bunları yeniden düşünmenin yararlı olacağı kanısındayım. e) 42. sayfada "Gün Bildiren Tarihlerin Yazımı"nda önerilen sekiz yazım biçiminin yazımda yeni karışıklıklara yol açacağı açıktır. Oysa yazım biçimlerini kısmak öğrenmeyi hızlandıracağı için daha pratik bir yoldur. Yazım Kuralları, öğrenilmesi kolay kurallar olmalıdır. Bize önerilen yazım biçimleri şunlardır: 22 Mayıs 2005 22.V.2005 22.5.2005 22/5/2005 22-5-2005 01/09/2005 01.09.2005 01-09-2005 Şimdi kaygım şu: Ya birileri "22/V/2005" gibi farklı yazım biçimlerini yaygınlaştırırsa? Oysa yukarıda önerilen yazım biçimlerinin en yaygın üçü alınıp bunlar öğretime ve kullanıma sunulabilirdi: 22 Mayıs 2005 22.5.2005 22/5/2005 f)48. sayfa, 3. maddede verilen:"Sözcük türünün değişmesiyle kurulan bileşik sözcüklerde, bileşiği oluşturan sözcükler hangi sözcük türünden olursa olsunLAR ad soylu bir öğe gibi kullanılırLAR: .....HOŞBEŞ,GÜNÜBİRLİK,ÜSTÜNKÖRÜ" ifadesindeki özne yüklem uyumsuzluğu gözden kaçmıştır. Sonraki baskılarda düzeltilebilir bir hatadır bu. Yukarıda verilen "hoşbeş", "günübirlik", "üstünkörü" örneklerinin "tür değişmesi"nden çok, "anlam kaymasıyla oluşan bileşik sözcükler"e örnek olabileceğini düşünmekteyim. "Tür kayması yoluyla oluşan bileşik sözcükler" şöyle açıklansa daha anlaşılır bir açıklama olmaz mıydı: " Bileşiği oluşturan eylem soylu (eylem ya da eylemsi) en az bir sözcük, birleştiği sözcükle düşünüldüğünde ad soylu sözcük oluşturur." Yazıda dikkat edilirse Yazım Kılavuzu'nun yalnızca "Giriş" bölümünün eleştirisi yapılmıştır. Henüz "Dizin" bölümünü yeterince incelemiş değilim. Dizin bölümünde hata olsa bile bunların çok olacağını düşünmüyorum açıkçası. Çünkü Dil Derneği'nin önceki çalışmalarında gösterdiği titizliği hepimiz biliyoruz. Yine de böyle eksiklik ve yanlışlıklar görüldükçe bunlar da dile getirilecektir. Bu eleştirimize karşın bu yapıt, şu anda piyasadaki en tutarlı ve en sağlam yazım kılavuzudur. Teşekkürler Dil Derneği ve teşekkürler bu yapıtta emeği geçen herkese. Nuri SAĞALTICI

Türkçe Sözcük Kökleri Üzerine Dilbilimsel Bakış

“Kökenbilim” (etimoloji) üzerine yapılan çalışmalara bakıldığı zaman hem verilen yapıtların niceliği hem de niteliği insanı üzmeye yetiyor. Bilimsellikle uzaktan yakından ilgisi olmayan pek çok bilgi içeren bu tür yapıtların, bu yolda çalışmak isteyen dil sevdalılarına yol göstermek yerine, onları yanıltmakta ve onların çalışma isteklerini azaltmaktadır. Çünkü bu yapıtlardaki açıklamalar, bilimsel görüşlerin yanında inandırıcılıktan uzak bilgiler de içermektedir. Bu yönden, araştırmacı insanların güvenini kazanamayan bir yapıtın yol göstericiliği, her zaman tartışmaya açıktır. Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü (İsmet Zeki Eyuboğlu- Sosyal Yayınlar, İkinci Basım, Şubat 1991, İstanbul) bu yönden dikkate değer bir yapıttır. Bir gün öğrencilerime “yansıma sözcükler”le ilgili bilgi verirken “parlamak” sözcüğünün ışık yansımasından türediğini belirttiğimde bu görüşüme karşı çıktıklarını gördüm. Onlara verilen bilgilere göre yansıma sözcükler, yalnızca “ses yansıması”ndan oluşturulurdu. Bu yanlışı düzeltmek ve kendi görüşümü desteklemek için birçok kaynağı taradım. Pek çok bilimsel yapıt beni destekliyordu. Fakat etimoloji sözlüğünün bu konuda daha açık bir bilgi vereceğini düşünüp “Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü”ne başvurunca bir hayal kırıklığı yaşadım. “Parlak” sözcüğüyle ilgili bilgi, sözlükte şöyle yer alıyordu:”PAR (doğal sese öykünme)dan –lak ekiyle parlak (parlayan, ışık saçan, aydınlanan).” Bu açıklamada ne var diyeceksiniz? Dikkat edilirse burada iki önemli yanlış var: 1) Işık kavramının sesle ilişkisi olamaz. “Işık”, ses çıkarmaz, böyle bir anlam ilişkisi kurmak mantıksızdır. 2) “Par” köküne gelen ek “-lak” değildir. Çünkü iki ek vardır sözü edilen bu bölümde:-la, -k. Yani sözcüğün etimolojik ayrılışı şöyle olmalıdır: par-la-k. Bu kez merak edip “başarmak” maddesine bakıyorsunuz. Aynı hüzün içinize oturuyor: “Baş-a-r-mak” diyerek kökünü doğru gösteriyor, buna gelen yapım eki de addan eylem türeten –ar eki oluyor; fakat benzer örnekler verilirken yanlışlar başlıyor:” çık-ar, yak-ar…” örnekleri benzer örnek değildir. Neden? Çünkü bunlara getirilen –ar eki, eylemden eylem türetmektedir. İşte güvensizliklerin başlangıç noktası budur bu tür yapıtlarda. Gezimize devam edelim yapıtta daha neler var bakalım: “Eleştirmen”sözcüğünün etimolojisi “el-e-ş-tir-men” diye veriliyor ve kök doğru gösteriliyor. Fakat benzer türetme örnekleri verilirken yalnızca ses benzerliği taşıyan ve konuyu ilgilendirmeyen sözcük ve türetme örnekleri görülmektedir:”küçümen,delişmen…” Bir başka örnek daha: “sıcak” sözcüğüne bakıyorsunuz, kök doğru düşünülmüş ve “ısı” köküne “-cak” ekiyle türetildiği belirtilmiş. Bu çok doğru bir yaklaşım. Ne var ki benzer yoldan türetilen sözcük örnekleri verilirken inanılmaz hatalar yapılıyor yine ve: ”al-acak, sal-acak…” örnekleri verilmektedir. Oysa maddeye konu olan sözcüğün kökü bir “ad” ve aldığı yapım eki addan ad türetmekteyken, alt örnekteki “alacak” sözcüğünün kökü fiildir ve aldığı ek de “ –acak, ecek”tir. ÖSS ve OKS hazırlık kaynaklarına bakıldığında da bu tür kaynakların esas alınması sonucu, bilimsellikten uzak görüşlerin ve dikkat dağınıklıklarının etkili olduğu görülmektedir. Böylesi tutumlar, doğal olarak pek çok yanlışı da genç kuşakların beynine taşımakta, yanlış bilgilerin yayılmasına neden olmaktadır. Bu da eğitimde bilgisizliği gidermeye çalışan gerçek öğretmenlerin karşılaştığı öğretme zorluğunu iki katına çıkarmaktadır. Çünkü bu kez öğretmenler, bir yandan müfredat bilgilerini öğrenciye kavratmaya çalışırken bir yandan da bu yaygın yanlışları düzeltmekle uğraşmaktadır. ÖSS ve OKS yayınlarının hiçbir bilimsel denetim mekanizmasından geçmeden yayımlanmasının doğurduğu bu ciddi sakıncaları MEB, on yıllardır seyretmek durumunda kalmıştır. Oysa bilimselliği tartışmaya açık bu tür yayınların on yıllardır yaydığı zehir, bilimselliği gölgeleyecek kadar tehlikeli boyutlara ulaşmıştır ve bunun mutlaka önlenmesi gerekmektedir. Bu türden birçok yayında “savaş”, “sıcak”, ”başarmak”, “başak”, “başka”, “yatkı” sözcüklerinin etimolojisi incelenirken bunların “KÖK” olarak adlandırıldığı ve yapıca birer “basit sözcük” sayıldığını görmekteyiz. Oysa bunların hepsi de birer “türemiş sözcük”tür. Hadi bakalım buyrun, bu gerçeği anlatabilirseniz anlatın genç kuşaklara. Sözcüklerin çok anlamlılığı üzerinde bütün dilbilgisi kaynakları durur. İlköğretimin birinci kademesinden başlanarak bu gerçekler öğrenciye anlatılır. Sözcüklerin “temel anlam”, “yan anlam”, “mecaz anlam” özellikleri ezberletilir. Fakat sözcüklerin bu anlamsal özelliklerini uygulamaya gelince öğretmen de teklemeye başlar. Bir konudan başka bir konuya geçtiğinde bilgi transferini öğretmen, genellikle es geçer. Şimdi aynı kökten türemiş olabileceği düşünülen şu sözcüklerin köklerini düşünelim: 1- yatak, yatık, yatalak, yatılı, yatırımcılık, yatkınlık… 2- başlık, başkan, başak, başkalaşım, başka, başkalaşmak, başarısızlık, başat, başlangıç… 3- sürü, sürgü, sürgün, süre, süreklilik, sürme, sürücü, sürünmek, sürüm… 4- öncü, önder,önlem, öneri, önermek, önemsemek,önemli, önlük,öncelik… Bu örnekler incelendiğinde 1. maddedekilerin hepsinin “yat-”, 2. maddedekilerin “baş”, 3. maddedekilerin “sür-“, 4. maddedekilerin de “ön” kökünden türediği anlaşılacaktır. Bunu kavramak için, sözcüklerin anlamsal özelliklerini kavramış olmak gerektiği kendiliğinden anlaşılır. , Nuri SAĞALTICI

TDK'nin Yeni Yazım Anlayışı

Resmi TDK'nin kuruluşundan bugüne kadar izlediği yazım ve dil politikası yıllardır aydın çevrelerin ve eğitimcilerin gündeminde bir hayli geniş yer aldı. TDK, bu yönüyle tartışmaların hep merkezindeydi. TDK'ye yöneltilen temel eleştiri, toplumun yıllarca kullandığı yerleşik yazım dilini bozmak, bilimdışı bir tavır takınarak keyfi kurallar geliştirmekti. Yani kaş yapayım derken göz çıkarıyordu TDK. Örneğin, toplumun on yıllarca "Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş..." diye yazdığı bileşik özel adlar bir anda gitmiş yerine Gazi Antep, Şanlı Urfa, Kahraman Maraş gibi ilgisiz yeni yazımlar ortaya çıkmıştı. Üstelik TDK, okuyucularına bu tip özel adların sonundaki sert ünsüzleri, yazımda da yumuşatmasını öneriyordu ki bu, bardağı taşıran son damla olmuştu. TDK'nin son İmla Kılavuzu'na baktığımızda bu uygulamasından vazgeçtiğini görmekteyiz. Bu olumlu bir gelişme. Geleneksel yazımda bitişik yazılan ve "ev" sözcüğüyle oluşturulan kimi sözcüklerin tamamını ayrı yazma kararı alan TDK, büyük bir tartışmaya imza atmış, resmi bir yazıyla bütün öğretmenevlerinin tabelalarını değiştirtmiş, ülkemizin bütçesine milyarlarca zarar vermiştir. Aradan geçen zaman içinde toplum TDK'yi dinlemeyince ani bir kararla bundan vazgeçmiş ve son kararlarına şunu eklemiştir: "Ev kelimesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik ya­zılır: aşevi, bakımevi, basımevi, doğumevi, gözlemevi, huzurevi, ko­nukevi, orduevi, öğretmenevi, polisevi, yayınevi." Acaba o ayrı yazdırttığınız öğretmenevi, orduevi, doğumevi tabelalarını tekrar bitişik yazdırtmak kaça mal olacak, merak ediyorum. Alışılagelmiş "ilkokul,ortaokul,yüksekokul, yükseköğrenim, yükseköğretim" gibi pek çok sözcüğü önce ayrı yazma kararı alan TDK, bugün bundan vazgeçerek bunları birleştirme kararı almıştır. Kaç yüksekokul, ilkokul, ortaokul, yüksekokul, Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tabelası değişmiştir bu yüzden kim bilir? Bunlara kaç milyar para harcanmıştır? Ulusal kaybımız değil mi bu para? Kimin ne hakkı var bunu yapmaya? "Hane" sözcükleriyle oluşturulan ve geleneksel yazımda "eczane, hastane,postane, pastane" diye bitişik yazılan sözcükleri önce ayırıp tutmayınca da yıllar sonra TDK, topluma uyma zorunluluğu hissetmiştir. Buna da şükür, ya yanlışta direnseydi, değil mi? Bu konuda aldığı yeni kararını TDK şöyle açıklıyor: "Eczahane, hastahane, pastahane, postahane sözleri kullanımdaki yaygınlık dolayısıyla eczane, hastane, pastane, postane biçiminde yazılmaktadır." Allahtan ki resmi pastanemiz yok, yoksa halimiz dumandı. Daha bitmedi: Yasalarla bitişik yazımı benimsenen İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı'nı da yıllarca yazım kılavuzlarında ve sözlüklerinde "dış işleri" ve "iç işleri" diye ayrı yazan TDK, şimdilik bundan da vazgeçmiş görünüyor.Diyor ki: "Kanunda bitişik geçen veya bitişik olarak tescil ettirilmiş olan kuruluş adları bitişik yazılır: İçişleri, Dışişleri, Genelkurmay, Yükseköğretim." Yıllarca eğitimde bu kargaşanın bitmesi için çırpınıp durduk. Yanlış hesap Bağdat'tan döner dedik. Bir gün bu yapay değişikliklerin tutmayacağından adımız gibi emindik. Resmi ağızdır diye TDK'ye yamanmadık. Çünkü bilimsel olmayana "resmi" de olsa yamanmak insana bir şey kazandırmıyor. Fakat toplumda yarattığı olumsuz izlenimler ve topluma verdiği zararla TDK kendi toplumuna uzaklaştıkça uzaklaştı, toplumun gözündeki saygınlığını ve güvenilirliğini iyice yitirdi. Atatürk'ün, Türkçeyi geliştirsin diye kendi mirasıyla kurup ayakta tuttuğu bu kuruma bu zararı verenler çok rahat edecekler mi bilmiyorum. Tüm olumsuzluklarına karşın TDK'nin olumlu bir çizgiye kaymasında TDK Başkanı Sayın Şükrü Halûk Akalın'ın büyük bir emeğinin olduğunu düşünüyoruz. Umarız ki TDK, bundan sonra atacağı her adımda biraz daha bilimsel yaklaşır ve dilseverlerle omuz omuza yürür. TDK'nin duygusal davranmak gibi bir hakkı olamaz. Yaptığı bu tip hataların nelere mal olduğunu görmüştür umarız. Dil dilcilerle, eğitim eğitimcilerle yürür; lafla peynir gemisi yürümez. Görüldüğü gibi, TDK'nin yazım anlayışı için "yeni" dediysek, bu anlayış o kadar da yeni değil toplumda. Toplumun on yıllardır izlediği yazım anlayışı buydu zaten. TDK'nin yeni fark ettiği toplum gerçeğidir bu belki. Umarız ki topluma öncülük edeceği günleri de görürüz kurumun. Olur mu dersiniz? Nuri SAĞALTICI

TDK’NİN GÜNCEL SÖZLÜK’ÜNDE BİLEŞİK EYLEM VE TÜRKÇE ÖĞRETİMİMİZ

Bileşik eylemler konusu daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz gibi öğretim yayınlarında, TDK’nin hazırladığı sözlüklerde ve öğretmenlerimizin bakışında hep yanlışlarla ve eksiklerle öğrenciye sunulmaktadır. Bu yazımızda, Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı ve elektronik ortamda okuyucuların hizmetine sunduğu Güncel Türkçe Sözlük’te yaptığımız taramada yer verdiği ve yer vermediğini belirlediğimiz “yarı kaynaşmış bileşik” (!) ve deyimleşmiş “bileşik “ (!) eylemlere, bunların Türkçedeki kullanımlarına yer vereceğiz. Öncelikle şunu belirtelim ki daha ayrıntılı bir çalışma yapılırsa, sözlükte pek çok eksiğin daha ortaya çıkacağı görülecektir. aşağıda sunacağımız eylem örnekleri ve bunların cümledeki kullanımları, bunların “bileşik” olup olmadıklarını bize gösterecektir. TDK’nin Güncel Sözlük’ünde önce “bileşik eylem’in tanımına bakalım: “İsim soyundan bir kelime ile biçim veya anlam bakımından kaynaşıp bütünleşen fiil: kaybolmak, reddetmek, hasta olmak, tedavi etmek gibi” Bileşik eylemin tanımını bu şekilde alırsanız, bu kez “anlatabilmek, gülüvermek, bakakalmak, düşeyazmak, olagelmek.” Gibi pek çok kurallı bileşik eylemi peşin olarak yok saymış olursunuz. Oysa klasik dil öğretiminde bileşik eylemler üç grupta toplanır:1) Yardımcı eylemle oluşanlar, 2)kurallı bileşik eylemler, 3)deyimleşmiş bileşik fiiller ve bunlara bağlı olarak kimin ortaya attığı belli olmayan “yarı kaynaşmış birleşik fiil”ler. Sözü uzatmadan “Yarı kaynaşmış bileşik fiillere geçelim. Şimdi lütfen ilgililer cevap verebilir mi bize, acaba klasik mantıkla aşağıdaki örnek cümleleri öğelerine ayırabilirler mi? Ayırmayacaklarını iddia ediyoruz ve diyoruz ki gelin bu tür eylemlerle ilgili yaydığınız yanlıştan dönün. Türkçeyi kendi doğru mantığıyla gençlere ve çocuklarımıza öğretelim. Aşağıdaki cümlelerin hiçbirinde bileşik eylem yoktur iddiamızı üstüne basa basa yineliyoruz. Tersini kanıtlayabilen varsa cevap bekliyoruz. Dilden ve milli eğitimden sorumlu kurum ve kuruluş yöneticilerinden de bu konuda ayrıntılı bir yanıt bekliyoruz: karar vermek : *İzmir’e yerleşmeye karar vermiştik. *Ankara’ya gitme kararını çoktan vermiştim. *Yaşantımla ilgili çok önemli ve isabetli bir karar verdim. *Böyle bir kararı her zaman , herkes verebilir. haber vermek: * Bir çocuk oradakilere haber vermişti. *Bir çocuk, oradakilere bu güzel haberi vermişti. *Bir çocuk, bize bu haberi vermişti. *Bir çocuk, bize bu güzel haberi vermişti. *Bir çocuk, bu güzel haberi bize ve oradakilere vermişti. önem vermek : *Her konuya önem veriyoruz. *Her konuya büyük bir önem veriyoruz. *Konulara gereken önemi her zaman vermeliyiz. selam vermek : *Adam içeri girdiğinde kimseye selam vermedi. *Adam içeri girdiğinde önce selamını verdi, sonra sohbete başladı. *Adam, içeri girip önce Allah’ın selamını vermeli . *Adam, önce içeri girip esaslı bir selam vermeli. imkân vermek : *Şartlar buna imkan vermiyor. *Koşullar bize bu imkanları hiç vermedi. *Koşullarımız bu kadar geniş imkanları bize hiç vermedi. yer vermek : * Kalbimizde kötülüklere yer vermemeliyiz. *Kalbimizde sevgilere en güzel yeri vermeliyiz. *Yazılarında köylü sorunlarına yer verir. *Edebiyat tarihleri, bu yazarımıza geniş yer verir. *Bütün tarih kitapları, liderlere tarih sayfalarında en seçkin yerleri verir. *Edebiyat tarihi, Orhan Veli’ye hak ettiği yeri vermiştir. cevap vermek: *Yazar, oturduğu yerden konuşmacıya cevap verdi. *Bu sözden sonra konuşmacıya gereken cevabı ben vermeliydim. *Bu sırada en güzel cevabı bize o vermişti. *Konuşmacılardan biri, sahtekara gayet net ve açık bir cevap vermişti. *Hasta, verilen ilaçlara cevap veriyordu. *Zayıf bir bünye, tüm tedavi yöntemleri uygulanmasına rağmen doktorun istediği cevabı vermeyebilir. *Şimdilik kazandığımız para, ihtiyaçlara cevap veriyor. *Şimdilik kazandığımız para, ihtiyaçlarımıza istenen cevabı verebiliyor. *Şimdilik kazandığımız para, temel ihtiyaçlara gerekli cevabı fazlasıyla veriyor. izlenim vermek: *Bu adam iyi bir izlenim vermiyor. *İyi bir insan olduğunuz izlenimini bize çok önceden vermiştiniz. *Bu izlenimi size kim verdi? *Böyle bir izlenimi size vermişsem, sizden özür dilerim. *“Görevlilerin edalı ve dıbır dıbır yürüyüşleri bir geçit töreni izlenimini verir.” -Salah Birsel güven vermek : *Onun bu tavırları bize güven vermiyor. *Size bu güveni mutlaka vereceğim. *O, her eylemiyle size bu güveni kesinlikle verir. *Bize her davranışınızla bu sonsuz güveni veriyorsunuz. ödül vermek : * Derneğimiz genç sanatçılara her yıl ödül verir. *Jüri, Nobel ödülünü bu yıl Yaşar Kemal’e verir mi? *Çalışmalarından dolayı bu büyük tatil ödülünü sana vereceğim. taviz vermek : *Yenenler, yenilen devletlere hiçbir taviz vermeyecektir. *Bu kadar tavizi onlara vermemeliydik. *Bu tavizi onlara neden veriyoruz, anlamıyorum. *Görüşmelerde patron, işçilere umulmadık büyük ve önemli tavizler verdi. rapor vermek : *Genel müdüre eskiden oldukça renkli, bin bir çeşit rapor verilirdi. *İlk günkü çalışmanın hemen ardından yönetim kuruluna rapor verdim. *Çalışmalarımın sonucu olarak hazırladığım raporu yönetim kuruluna verdim. *Adam, her akşam eve gidince hanımına günlük rapor verirdi. *Kılıbıklar, her gün akşam saatlerinde eşlerine o günün raporunu düzenli olarak verir. bıkkınlık vermek : *Bu davranışlar artık herkese bıkkınlık vermişti. *Aynı davranışlar bir evde yıllarca sürerse herkese aynı bıkkınlığı verir . *O zamanlar, bana bu tavırların çekilmez ve anlaşılmaz bir bıkkınlık vermişti. ceza vermek : *Gasptan dolayı adama 6 yıl ceza vermişlerdi *Ben adama cezasını veririm. *Böyle bir hatasından dolayı, ona unutamayacağı bu büyük cezayı vermiştik. *Allah cezanı verecek. *Bu ceza, pasta çalan bir çocuğa verilir mi? *Okuldan kaçan bir çocuğa böylesine ağır ve acımasız, böyle bir ceza verilir mi? söz vermek : *Adama o gün söz vermiştim. *Size bu sözü yıllar önce vermiştim. *Babam, bana bu sözü Avrupa turuna çıkmadan önce vermişti. *Siyasetçiler tarafından bir zamanlar Konyalılara “deniz” sözü verilmişti. *Seçim dönemlerinde vatandaşa hiç olmayacak sözler verilir. *Bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bu sözü size kim verdi? sıkıntı vermek : *Bu tekdüze hayat , bana ve herkese sıkıntı veriyor. *Bu sıkıntıyı insana elbette bugünkü koşullar veriyor . *Bana evliliğimiz boyunca bunca sıkıntıyı sen verdin tabii ki. korku vermek : *Bilmezler yalnız yaşamayanlar, nasıl korku verir sessizlik insana.-Orhan Veli *“Etteki sır ona korku veriyordu.” – Y.K.Karaosmanoğlu *O geceki olay tekrar yaşansa insana aynı korkuyu verir. *Deprem bu inanılmaz korkuyu vermez mi insana sence? (her şeye) baş sallamak : *söylenen her söze baş sallıyorsun. *Adam söylenen her söze başını sallıyor. hayal kurmak : *Yıllarca beraber hayal kurduk. *Yıllarca bunun hayalini kurmuştuk. *Üniversite hayalini ilkokuldan beri kafamda kuruyorum. *Mutlu bir evlilik için birbirinden güzel hayaller kurdum. *Ünlü olmanın o erişilmez güzel hayallerini daha o yıllarda kuruyordum. düş kurmak : *Dün gece kendimce bir düş kurdum. *İnsan ulaşamadığı şeylerin düşünü kurar. *Gelecek düşlerini o yıllarda beynimizde kurmuştuk. tuzak kurmak : *Zavallıya o gün tuzak kurmuşlar. *Ona bu haince tuzağı sen kurdun. *Ona bu sınıfta kalma tuzağını kimler hazırlayabilir ki? *Fatih Terim, ofsayt tuzağını rakibine maçtan önce büyük bir ustalıkla kurmuştu. *Böyle bir tuzağı bana ancak o alçak adam kurabilirdi. *Polis, hırsıza o evinin önünde tuzak kurmuştu. *Polisler, tuzağı saatler önceden olay yerinde kurmuştu. *Fareyi yakalamak için yaşlı kadın , bin bir güçlükle tuzağı kapının dibine kurmuştu. *Kuş avında eskiden türlü türlü tuzaklar kurardık. ilişki kurmak : *İki olay arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? *Bu olayların birbiriyle ilişkisini şöyle kurabiliriz. *Yazar, birbirinden kopuk olan olayların ilişkisini romanın sonunda ustalıkla kuruyor. *Adam, tüm ısrarlara rağmen kimseyle ilişki kurmuyordu köprü kurmak : *Köyün girişine köprü kurulacakmış. *Bu iki olay arasında köprü kurulabilir mi? *Çocuk, çevikçe bir hareketle kıvrılıp köprü kurdu. *Köyün girişine köprüyü mutlaka kuracağız. *Bu köprüyü yıkıp yerine yerine daha iyisini kuracağız. *Bu iki olay arasında gerçekten hoş bir köprü kurulabilir. *Senarist, filmde olaylar arasındaki köprüyü büyük bir ustalıkla kuruyor. *Çocuk, çevikçe kıvrılıp köprüyü ustalıkla kurmuştu. sıkıntı çekmek : *Çocukluk yıllarında sıkıntı çekmişti. *Bunca sıkıntıyı ben çekemem. *O zamanlar savaş nedeniyle hepimiz büyük ve unutulmaz sıkıntılar çekmiştik. *Yazar da şair de yazarken inanılmaz sıkıntılar çeker. *Bunca sıkıntıyı sırf senin için çektim. uyku çekmek :· *Ben çalışırken sen uyku çekiyordun. *Biz çalışırken siz derin uykular çekiyordunuz. *Onca uykuyu boşuna çektik galiba, hala uykulu gibiyiz. soru sormak : *Ben şimdi size soru soracağım. *Şimdi size bir soru soracağım. *Şimdi size güzel bir soru soracağım. *Şimdi size en önemli soruyu soracağım. *Bu önemli soruyu şimdi size de soracağım. ilgi görmek : *Bu konular ilgi görmüyor artık. *Bu konular, hak ettiği ilgiyi görmüyor artık. *Bu konular, hak ettiği ilgiyi hiçbir zaman ve hiçbir yerde görmüyor. *Yazar en büyük ilgiyi doğup büyüdüğü köyde görmüştü. *Bir gün benim yazdıklarım da aynı ilgiyi sanat ve bilim dünyasında görecektir. ilgi göstermek : *Okurlar, günümüzde sanata ilgi göstermiyor. *Futbolculara gittikleri her yerde büyük bir ilgi gösteriliyor. *Böylesine büyük bir ilgiyi mankenlere podyumlarda da gösteriyor insanlar. *Delikanlı, zamanı gelince kız arkadaşına ilgisini açıkça gösterecekti. *Bu tür kitaplara hayatta ilgi göstermem. sefa sürmek :· *Bence insan emekli olunca sefa sürmeli. *Biz kazandıkça çocuklarımız da sefasını sürer. *Biz cefayı çekelim, siz de sefasını sürün. *Onca rahatlık ve bolluğun sefasını biz ne zaman süreceğiz? iz sürmek : *Polis, soygundan sonra iz sürer. *Polis, soyguncularını izini sürüyor. *Kayıp oğlumun izini yıllarca sürdüm. *Karda at izlerini bıkmadan saatlerce sürdüm. (bir işte) yer almak : *Bu filmde 300 sanatçı yer alıyor. *Bu büyük sanatçı, çok geniş kadrolu bu filmdeki yerini en üst sıralarda aldı. *Nazım Hikmet, edebiyat tarihimizin altın sayfalarında asıl yerini almıştır. *Pek çok sanatçı, edebiyat tarihinde hak ettiği yeri alamamıştır. *En kısa sürede sen de yüreğimizde seçkin yerini alacaksın. idman yapmak : *Sporcular, haftanın belirli saatlerinde idman yapar. *Onca idmanı sahada boşuna yapmışız. *Bu ağır idmanı günde üç kez yapmalısınız. *En ağır idmanları zamanı gelince beraberce yapacağız. ilgi duymak : *Gençler günümüzde bilgisayara ilgi duyuyor. *Eskiden bizim kuşak, okumaya ilgi duyardı. *Bu ilgiyi sana aylarca duydum. *Seyirciler, dizi oyuncularına inanılmaz bir ilgi duyuyor. *Bu ilgiyi resme ve edebiyata karşı her zaman duydum. *Bu ilgiyi bazen futbola, bazen de basketbole duyardık. yakınlık duymak : *İkisi de birbirine yakınlık duyuyorlardı. *Bu iki insan, bu yakınlığı birbirine hep duyuyordu. *Onlar bize inanılmaz bir yakınlık duyuyordu. *Onda bir dost yakınlığı duyuyordum. *Sizinle olan ilişkilerimizde hep insanca ve hoş bir yakınlık duyuyoruz. hasret çekmek : *İstanbul’a gidince Ada’ya hasret çekerdi. *Bunca hasreti sırf senin için çektim. *Sen yanımdan gidince telafisi imkansız olan bir hasret çekiyorum. *Günümüzde insanlar; güzel , huzurlu, mutlu günlerin hasretini çekiyor. çile çekmek : *Ömrüm boyunca çile çektim. *Ömrüm boyunca büyük çileler çektim. *Ömrüm boyunca hep bu tür bir çileyi çektim. *Bu çileyi sadece çocuklarım ve geleceğin güvencesi olan bütün gençler için çektim. *Çilemi Sinop Hapishanesi’nde kalebent olarak çektim. esrar çekmek : *Zavallılar bir köşede esrar çekiyordu. *Adamları üzecek bir şey olunca birkaç kişi bir köşeye geçip esrarı içlerine çekiyorlardı. *Bu ülkede iki tonluk esrarı bir yılda kimler çekiyordu? sigara içmek : *İlk kez 18 yaşındayken sigara içtim. *İlk sigaramı 18 yaşındayken içmiştim. *O soluk renkli ve kabaca sarılmış sigarayı zorlukla içmiştim. *"Sigarasını, sık nefeslerle çabuk çabuk içiyordu."- H. Taner zahmet vermek : *Bugün size zahmet vereceğiz. *Bu zahmeti size daha önce de vermiştik. *Böyle bir zahmeti bana kim vermişti? tehlike atlatmak : *Arkadaşın ailesi tatile giderken tehlike atlatmış. *Arkadaşın ailesi tatile giderken büyük bir tehlike atlatmış. *Arkadaşını babası, ölüm tehlikesini atlatmış. * Bu ölümcül tehlikeyi bir gün biz de atlatacağız elbette. *Böylesine büyük ve üzücü bir tehlikeyi her insan atlatabilir. tehlike yaşamak (sözü bulunamadı ): *İnsan böyle anlarda tehlike yaşayabilir. *Ben en büyük tehlikeleri de yaşadım zamanında *Böyle önemli bir tehlikeyi yaşadınız mı cidden? tehlikeyi savuşturmak (sözü bulunamadı ): *Bir güvenlik görevlisinin görevi, tehlike savuşturmaktır. *Bu tür bir tehlikeyi bu şekilde savuşturamazsınız. *En büyük tehlikeyi savuşturduk şimdilik. rehavet göstermek (sözü sözlükte bulunamadı): *İnsan yaz ayları gelince rehavet gösterir. *İnsan bu rehaveti yaz geldiğinde hep gösterir. *Bu alışılmadık rehaveti gençler , sınavlar yaklaşınca hep gösteriyordu. tepki vermek (sözü sözlükte bulunamadı): *Hasta, verilen ilaçlara arada bir tepki veriyordu. *Bu tür hastalar, ağrı kesici ilaçlara hep böyle bir tepkiyi verir. *Bu konuşmaya hep aynı tepkiyi veriyorsunuz. özlem duymak (sözü sözlükte bulunamadı): *Gençler, gelecek yarınlara büyük özlem duyuyordu. *Gelecek özlemini hepimiz duyuyorduk o zamanlar. *Bir sevgilinin özlemini kim duymaz ki? *Bir klasik kadar güzel eserlerin özlemini hepimiz duymuyor muyuz? sır saklamak (sözü sözlükte bulunamadı): *Yıllardır sır saklıyorum. *Aşkını bir sır gibi senelerdir saklarım. *Bu önemli devlet sırrını her memur saklar. *Sana ait bütün sırları ölünceye kadar saklayacağım. kuşku uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Bu durum, bende kuşku uyandırıyor *Böylesi hareketler, bende bu kuşkuyu hep uyandırmıştır. *Onun bu tuhaf davranışları bizde ve herkeste hiç olmadık kuşkular uyandırıyor. kaygı uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Ekonomideki olumsuz yansımalar çiftçide, özellikle de memur kesiminde kaygı uyandırıyor. *Ekonomideki olumsuz yansımalar çiftçide, özellikle de memur kesiminde büyük kaygılar uyandırıyor. *Piyasada en büyük kaygıyı ekonomideki olumsuz yansımalar uyandırmaktadır. izlenim uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Bu insanlar bende çok tuhaf izlenimler uyandırıyor. *O izlenimi geçen gün bende nasıl uyandırdınız? *Bu aktör, filmdeki rolüyle seyircilerde kötü bir izlenim uyandırmıştır. *Böylesine kötü bir izlenimi bende kim uyandırabilirdi? şüphe uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Her tuhaf davranış insanda şüphe uyandırır. *Bu tuhaf davranışları bizde zamanla büyük bir şüphe uyandıracaktı. *Böylesine tuhaf bir davranış elbette bizde büyük bir şüpheyi de uyandıracaktı. saygı uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Onun her hali insanda saygı uyandırır. *Böylesine büyük bir saygıyı bizde nasıl uyandırabilirdi o insan? *Onun amacı insana karşı var olan saygıyı insanlarda uyandırmaktı. saygı duymak (sözü sözlükte bulunamadı): *insan, insana her zaman saygı duymalı. *İnsan, öğretmenine karşı her zaman bu saygıyı duyar mı? *İnsanı secde ettirecek kadar yüce bir saygıyı öğrenciler kaç öğretmenine duyabilir? *Ona her zaman erişilmez bir saygı duyuyorum. kaygı duymak (sözü sözlükte bulunamadı): *Yetkililer depremden kaygı duyuyor. *Vatandaşlar gelişmelerden büyük bir kaygı duyuyor. *Sokaktaki insanlar da aynı kaygıları zaman zaman duyuyordu. *Önümüzde aşılmaz bir duvar gibi yükselen kaygıları gençlik yıllarında hepimiz şiddetle duyuyorduk. şüphe duymak (sözü sözlükte bulunamadı): *Babam, o gün bugün benden şüphe duyuyor. *Ondan, işyerinden erken çıktığı için her zaman büyük şüpheler duyardık. *Bu şüpheyi en yakın dostlarımdan bile duyarım. eziklik duymak (sözü sözlükte bulunamadı): *Hala o günleri hatırladıkça eziklik duyarım. *O günlerin ezikliğini hepimiz hala duyarız. *Okul yıllarını hatırladıkça aynı tuhaf eziklik duyulur. ilgi beklemek (sözü sözlükte bulunamadı): *Her sanatçı eserlerine karşı bir ilgi bekler. *Yaşar Kemal de Aziz Nesin de, diğer sanatçılar gibi okurlarından ilgi beklemiştir. *Ona gösterilen ilginin aynısını sizden bekliyorum. *İmza günümde bu kadar büyük bir ilgiyi doğrusu okuyuculardan beklemiyordum. ilgi çekmek (sözü sözlükte bulunamadı): *Dikkatle okunduğunda, yakın tarihimizdeki pek çok olay ilgi çekecektir. *Yazarın üslubu, kısa sürede büyük bir ilgi çekecektir. *Böylesine büyük bir ilgiyi ancak büyük yazarlar çeker. *Bu yılın modası, sadece gençlerin değil, orta yaş kuşağın da ilgisini çekmiştir. bilgi vermek (sözü sözlükte bulunamadı): *Bu kitap, okurlara “bileşik fiiller”e ilişkin pek çok bilgi vermektedir. *Başbakan, gazetecilere ekonomiye ilişkin bilgiler verecektir. *Onca bilgiyi bize öğretmen verir. *Gerçeği yansıtmayan, insanı yanıltan onca bilgiyi size kim vermiştir? *Bazı öğretmenler bilgiyi öğrencisine vermez ya da veremez. görüntü vermek (sözü sözlükte bulunamadı): *Memleket, ekonomik açıdan insana rahat bir görüntü veriyor. *Bu görüntüyü küçük şirketler de arada vermiştir bize. *Bazı asalaklar, toplumda yer edinmek için kendilerine şirin insan görüntüsü verir. prim vermek (sözü sözlükte bulunamadı) *Hagi, futbolcularına antrenmanlarda fazla prim veriyor, geç gelenlere göz yumuyor. *Öğrencilere onca primi ödevlerini yapmadıklarında da verecek miyiz? taviz koparmak (sözü sözlükte bulunamadı): *İşçiler, görüşmelerde patrondan büyük taviz kopardılar. *Biz, Avrupalılarla görüşmelerimizde büyük bir taviz koparabilir miyiz? *Bütün bu tavizleri o ülkelerden en son görüşmelerde koparmıştık. taviz istemek (sözü sözlükte bulunamadı): *Şimdi gelen giden bizden taviz istiyor. *Bu tavizleri bizden niçin istiyorlar? *Büyük devletler, bizden büyük tavizler istiyordu o dönemde. Sır vermek (sözü sözlükte bulunamadı): *Sana güvendiğim için sır verebilir miyim? *Bütün sırlarıma ona vermiştim bir anda. *Günü gelince sırlarınızı güvendiklerinize siz de verirsiniz elbet. *Dostlara zamanla sırlar verilir birer birer. beyanat vermek (sözü sözlükte bulunamadı ): *Basın sözcüsü, gazeteye şöyle bir beyanat veriyor. *Bu talihsiz beyanatı basına siz mi verdiniz? *Başbakan, bugün gazetecilere beyanat verdi. *Önce samimiyet kurulur, ardından gazetelere boy boy ve ilginç beyanatlar verilirdi. bağ kurmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Şimdi bu olaylar arasında bağ kuralım. *Bu iki olay arasında nasıl bir bağ kurabilirsiniz? *Olaylar arasındaki bağı emniyet güçleri , esaslı bir araştırmadan sonra kurabilir. *İnsanlar arasında güçlü ve kopması imkansız bir bağ kurulacaktır. *Bir arada yaşayan bu insanlar arasında ömür boyu süren, kardeşçe bağlar kurulacaktı. *İnsanlar arasında zamanla çok sıcak bağlar kurulur. acı çekmek (sözü bulunamadı) *Ne yalnızlıklar yaşadım Ne acılar çektim yokluğunda ben! *Bu büyük acıyı her insan çekemez. *Böyle acılar, yalnız büyük insanlarca çekilir. *Yalnızlığın dayanılmaz acısını akşam saatlerinde çeker insan. bağıntı kurmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Birbirinden bağımsız gibi duran bu olaylar arasında bağıntı kuralım mı? *Birbirinden bağımsız gibi duran bu olaylar arasında güçlü bağıntılar kurulabilir. *Olaylar arasındaki bağıntıyı her koşulda kurabilir mi insan? ilgi kurmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Bu iki yazı arasında ilgi kurmalıyız. *Bizimkiler, olaylar arasındaki ilgiyi hep sağlam kurarlar. *İlgiyi kurmaya çalıştım; ama ilgi kurmayı beceremedim. temas kurmak (sözü sözlükte bulunamadı): *İki ülke arasında ilk temas bu yıllarda kurulmuştur. *Önce temasınızı kuracak, sonra insanlarla dostluğunuzu geliştireceksiniz. *Uluslararası görüşmelerde sağlam ve temeli sarsılmaz temaslar kurmalıyız. tepki göstermek (sözü sözlükte bulunamadı): *Adam, bu habere önce tepki gösterdi. *Böyle bir durumda ilk tepkiyi ben gösteririm. *En büyük tepkiyi önce onlar bize gösterdi. *Kimsesiz çocuklar, verilen yemeklere her gün aynı tepkiyi gösteriyordu. *Vücut, direnç düşünce ilaçlara tepki göstermiyor. *Hastaların vücudu, bu tür ilaçlara hep benzer tepkileri gösteriyor. ödül kazanmak (sözü sözlükte bulunamadı): *Dostoyevski bugün yaşasaydı birçok ödül kazanırdı. *Aynı ödülü başka sanatçılar da kazanmıştır. *Bu ödülleri hep şairler mi kazanır? *Gecenin en büyük ödülünü bu yılın unutulmaz sanatçısı kazandı. Yaşam sürdürmek,yaşam sürmek (sözleri sözlükte bulunamadı): *Lale Devri'nde yöneticiler renkli bir yaşam sürüyordu. *O eğlenceli ve renkli yaşamı bu dönemde yaşayan herkes sürmüştür. hayat sürmek (sözü sözlükte bulunamadı): *insanlar zevkli bir hayat sürüyor. *Böylesine renkli bir hayat sürüyordu İstanbul’da. onay vermek (sözü sözlükte bulunamadı): *Müdür, tayin için bir türlü onay vermiyordu. *En sonunda onayı ben vermeliydim *Bu onayı ölsen de kalsan da sana vermeyeceğim. zorluk çekmek (sözü bulunamadı): *Onu tanımakta bazen zorluk çekiyorum. *Bu zorlukları zaman zaman hepimiz çekiyoruz. *Öğrenciler, fiili filimsiden ayırma zorluğunu hep çekiyor. ...... Örnekler uzar gider. Şimdi yüksek sesle soruyoruz tekrar: Bu cümlelerde geçen eylemler ve benzerleri, cümleler öğelerine ayrılırken bileşik mi alınacaktır? Bunun cevabını yetkili ağızlardan duymak istiyoruz ve bunun okullara, özel öğretim kurumlarına ve tüm yayınevlerine resmi bir ağızdan bir tebliğle duyrulmasını istiyoruz. Hala bu konuda aydınlanmayı bekleyen o kadar çok kişi var ki bu ülkede ne yazık ki! Yazımız çok uzamasın diye, deyimleşmiş bileşik fiil örneklerine burada yer vermedik. Aynı şey onların birçoğu için de geçerli. Bizden bu konuda örnek istenirse yüzlerce örnek gönderebiliriz. Sayın yetkililer buyrun göreve! Nuri SAĞALTICI

TARİH YALAN SÖYLÜYOR

Eğitim-öğretim kurumlarında “tarih bilimi” diye genç beyinlere öğretilen ve okullarda tarih dersi adı altında okutulan derslerde verilen bilgiler,insanoğlunun tarihsel gerçeğini yansıtıyor mu gerçekten? Küçük yaşlarda tümüyle doğruymuş gibi gördüğümüz olaylar, bunların nedenleri ve sonuçları, yaşanan “tarih” gerçeğiyle yüzleşince tuz buz oluyor elbette. İnsan, bunlardaki bilinçli yanlılığı, abartmaları zamanla görebiliyor. Dünyanın neresinde olursa olsun öncelikle “devlet” ve “resmi ideoloji” gerçeği vardır bu gerçek, tarihin nesnelliğini ortadan kaldırmak için yeterlidir. Çünkü her devlet, kendi varlığını sürdürebilmek için kendi varlığını sürdürecek “haklı(!)” nedenlerle tarihe kendi damgasını vuracaktır. Bu gerçek, tarihin üzerinde daima bir sis perdesi olarak kendini gösterecektir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazılmış olan pek çok tarih kitabı vardır ve bunlar Divan edebiyatı anlatılırken de Divan nesir örnekleri olarak öğrenciye aktarılmakta, Osmanlı tarihi anlatılırken de o dönemleri aydınlatan en önemli belgeler olarak kullanılmaktadır. Şimdi bunlar üzerinde tarafsız bir yorum yapmak istersek; Bu tarih kitaplarını yazan kişilerin ezici bir çoğunluğunun “vakanüvis” (padişahın birer memuru olarak çalışan olay yazarı) olduğu bilinmektedir. Bunların savaşlarda genellikle padişahın yakınında bulunan ve çoğunlukla, olayları yaşandığı anda not eden insanlardır.Örneğin bunların yazdıkları tarihlerde padişahların savaşlardaki hatalarını, yanlışlarını açıkça ve tarafsızca belirtme şansları var mıdır? Doğal olarak padişahın gönlünü okşayacak şeyler yazması ve hiç olmazsa, padişahın aleyhine hiçbir ifadeye yönelmemesi beklenir. Böyle bir yazıda nesnellik beklenebilir mi? Nihat Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı Tarihi adlı yapıtında “Tarih-i Ebu’l Feth”in yazarı Dursun Bey hakkında verdiği bilgilere bakalım:”Dursun Bey, ordu içinde yetişen bir ilim ve sanat adamıydı. Bursa’da veya Bursa çevresinde bir yerde doğmuştu. İstanbul fethinde, şehrin surlarına bugünkü Cibali Kapısı’ndan hücum ederek şehre bu kapıdan girdiği ve karargahını bu semtte kurduğu bilinen, Bursa subaşısı Cebe Ali Bey’in yeğeni idi.” Banarlı’nın Dursun Bey’in tarih kitabıyla ilgili değerlendirmesi daha da dikkat çekicidir: “ Bu eser, yazarının, bizzat içinde bulunduğu vakaları (1442-1448’e kadarki 46 yıllık Osmanlı tarihini) anlatır. (…) yazar, bilhassa maddi ve manevi kudretinin HAYRANI olduğu Fatih Sultan Mehmet’in seferlerini ve zaferlerini anlatırken çok samimi ve adeta HEYECAN DUYARAK ANLATTIĞI halde ifadede söze güzellik ve azamet verdiğini zannettiği külfetli üsluptan uzaklaşamamıştır.” (Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.1, sayfa 497-498 MEB Yayınevi, 1987) Dursun Bey’in “heyecan ve hayranlık”la yazdığı tarih kitabında ne kadar nesnellik aranabilir? Aşık Paşazade Tarihi, Cevdet Paşa Tarihi, Oruç Bey Tarihi ya da Tevarih-i Al-i Osman’da bu tür anlayışlar egemenken bu eserler insanlık tarihini ne kadar gerçeğe uygun anlatabilir? Şimdi olaya tersinden bakalım: Fatih Sultan Mehmet’le savaşan bir ülkenin tarih kitaplarında aynı olaya bakışı acaba bizim tarih kitaplarımızın bakışıyla benzeşir mi? Elbette benzeşmeyecektir. Hatta bizim olaya bakışımızdan çok farklı bir açıdan ve yalnızca kendilerine yontacak şekilde olayı süsledikleri açıktır. O zaman tarih biliminin “nesnel”liği nerede kalıyor ve onu nasıl “bilim” diye insanlara yutturuyoruz? Bilimin en önemli ilkelerinden biri de “evrensellik”tir. Peki, aynı olay hakkında farklı ve birbiriyle çelişen iki farklı bakış varsa bu anlatım mantığı nasıl “evrensellik” taşıyabilir? Osmanlı Tarihi üzerinde örneklendirdiğimiz bu tezimizin yalnızca Osmanlı tarihiyle ilgili olduğu sanılmamalıdır. Bütün tarih kitapları ve bütün ülkeler için geçerli bir tezdir bu. Örneğin bugün gözümüzün önünde yaşanan, Amerika’nın Irak’ı haksız işgali var. Birleşmiş Milletler’i yalanlarla yanıltarak ve kendi saldırgan gücünü dayatarak Amerika, Irak’ı emperyalist amaçları uğruna işgal etmiştir. Amerika açısından bunun adı “Irak’a demokrasi götürme” operasyonudur. Hatta Bush çılgınına sorarsanız, “Bush, Allah adına insanlığın yeryüzü kurtarıcısıdır.” Bunu dünya basını önünde utanmadan açıkça da ifade etmiş, kendisine “vahiy” geldiğini söyleyecek kadar da ileri gitmiştir. Amerika’nın Irak’a götürdüğü “demokrasi”, bugün Irak’ta kanla yazılmakta, her gün 80-100 kişinin canına mal olmaktadır. Amerika, bu rezilliğini ve insanlık dışı uygulamalarını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Fakat emin olunuz ki bütün bu olaylar, ilerde Amerika’nın tarih kitaplarında ya “masum birer hata” olarak geçiştirilecek ya da Conilerin "kahramanlık" masalı olarak aktarılacaktır. Aynı olaylar, Irak tarih kitaplarında ve okullarda nasıl anlatılacak siz düşünün. Şimdi insanlığın tarihsel gerçeği hangi kitaplarda yansır sizce? Amerika’nın yazdıracağı resmi tarih kitaplarında mı yoksa Irak devletinin okullarda okutacağı tarih kitaplarında mı? Amerika’nın Vietnam işgali, İsrail-Arap Savaşları, Türk_-Yunan Savaşları, Kıbrıs Çıkarması ve binlerce olayda aynı farklı bakış söz konusu değil mi? Hatırlayalım, Rahmetli Turgut Özal döneminde Türk Dışişleri Bakanı ile Yunan Dışişleri Bakanı (sanırım o dönemin Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz'dı) bir araya gelip her iki ulusun tarih kitaplarındaki kimi abartmaları; tarihe ve bilime aykırı olup tarih kitaplarında yer alan kimi yanlışları ortak bir kurul oluşturarak düzeltme kararı almış ve bu olay basının gündeminde uzun süre tartışılmıştı. Türkiye ile Yunanistan diplomasisinin bahar mevsimini yaşadığı dönemleri herkes hatırlar. Eğer iki ülkenin Dışişleri bakanlıkları düzeyinde bu konular gündeme gelmişse, tarihi anlatımda izlenen yolda hatalar olduğu resmen ilan edilmiş demektir. Ama bu, tek yanlı bir eksiklik ya da bir kabahat değildir. Yani Türkiye'yi suçlamak için kullanılabilecek bir olgu değildir ve olmamalıdır. Çünkü bütün ulusların ve ülkelerin tarihinde aynı yanlışlar, çarpıtmalar ve abartmalar vardır. Bir savaş çıkıyorsa tarihte bunun elbette bir başlatıcısı ve asıl sebebi vardır. Fakat savaşa katılan uluslardan hangisi kendi tarihini yazarken "Biz suçluyuz, hatalıyız." diyor ki? Herkes kendine yontarak kendi milletini aldatıyor. Örneğin, Pelopennes Savaşı -yanılmıyorsam- Atinalılarla Spartalılar arasında mö 5-4. yy'da ortaya çıktığında, dünyaca ünlü komedya şairi Aristophanes, Barış adlı oyununu yazıp devlet yöneticilerini vatan hainliğiyle suçlayacak, kendilerinin Spartalılarla on yıllarca kardeşçe yaşadıklarını ve aralarında hiçbir sorun olmadığını söyleyecektir. Bu savaşın, yalnızca devleti yönetenlerin kişisel çıkarlarını "ulusal çıkar" diye yutturarak insanları savaşa ve ölüme sürüklemelerinden kaynaklandığını ileri sürer. Tiyatro tarihi okuyanlar iyi bilir bunu. Çünkü tarihte bilinen ilk tiyatro sansürü Barış adlı oyuna uygulanmış ve bir iddiaya göre bu olay, antik Yunan tiyatrosunun sonunu hazırlamıştır. Şimdiki Yunan tarihi, acaba bu olayı açıklarken "Suçlu bizdik." der mi? Sanmıyorum. Çünkü o tarih kitaplarında o dönemin ünlü sanatçısı olan Aristophanes'in değil, devlet yöneticilerinin görüşü egemendir. Bu nedenle resmi tarihler yalanlarla örülüdür. Bu yönüyle tarih, bir ninni, bir masal değil mi sizce de? “Uyu yavrum ninni, avutayım seni…” Nuri SAĞALTICI

SAYIN ZİYA SELÇUK'A TEŞEKKÜR

Eğitim yayınlarındaki başıboşluktan daha önceki yazılarımızda söz etmiş, bu yayınlarda pek çok bilimsel hata ve çelişkiye dikkat çekmiştik. En son yazdığım "LİSE DERS KİTAPLARINDA YANLIŞLAR" adlı yazımda da benzer türden yanlışlar içeren lise 1 ders kitabını eleştirmiştik.Bu yazının özünü oluşturan maddeleri Talim Terbiye Kurulu Başkanı Profesör Doktor Sayın Ziya Selçuk'a bir elektronik postayla iletip Talim Terbiye Kurulu'nun bu konudaki görüşünü istedik. Elektronik postayı yolladığım günün akşamı duyarlılık gösterip konuyu ciddiye almış ve tarafımıza gönderdiği yazıda, ileri sürdüğümüz iddiaları ciddiye aldığını ve gerekli incelemeyi hemen başlattığını, inceleme sonucunun en kısa zamanda tarafımıza bildirileceğini belirtmiştir. Yaklaşık 15 gün sonra 5 Ocak 2005'te incelemenin sonucu tarafımıza aktarılmıştır. Sayın AE okuyucularına bu sonucu aynen aktarmak istiyorum: "Sayın Nuri Sagaltıcı, Özel bir yayın evinin Türk Edebiyatı ile Dil ve Anlatım kitaplarına ilişkin elekronik posta yoluyla göndermiş olduğunuz ileti değerlendirilmiştir. Değerlendirme sonucu "açıklama" adlı dosyada yer almaktadır. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Sayın Ziya Selçuk'un çalışmalarınızda başarı dilekleriyle..." dendikten sonra açıklama aynen şöyle verilmiştir: " Adana Özel (...) Kurucu Üyesi Ve Türk Dili ve Edebiyatı Zümre Başkanının Elektronik Postasına Yönelik Açıklama 1.Ayrı yazılan birleşik kelimelere yönelik verilen örneklerde çelişkiye düşülmüş, ayrı yazılması gereken birleşik kelimeler de bitişik yazılmıştır. 2.Özel isimlerle ulama yapılamayacağına dair açıklama yanlıştır. 3.“Dolmuşun” kelimesindeki “in” eki iyelik eki olarak tanımlanmıştır, oysaki bu ek ilgi hali ekidir. 4.Pekiştirilmiş sıfatlar birleşik kelime kapsamında değerlendirilmemelidir. NOT: Sözü edilen kitabın iç kapağında çerçeve içerisinde yer alan ifade, kitabın Talim ve Terbiye Kurulu kararıyla ders kitabı olarak onay aldığı yanılgısına neden olmaktadır. " Bu ilgilerinden ve bizim görüşlerimizi desteklerinden dolayı Talim Terbiye Kurulu'na teşekkürler. Fakat bir sorun var: Sözünü daha önceki yazımızda ettiğimiz "Dil ve Anlatım" kitabı, bu yanlışlarıyla öğrencilere yanlış bilgi sunmaya devam edecek mi? Asıl cevabı beklenen soru bu. Umarız bakanlık bir girişimde bulunup buna önlem alır. Kamuoyuna saygıyla duyrulur. Nuri SAĞALTICI

LATİNCE KİMİ YENİ SÖZCÜKLERİN YAZIM SORUNU

Türkçe için son yıllar, yazım açısından kara yıllar olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Türk dilini korumakla görevli kurum ve şahıslar, üzülerek belirtmeliyim ki görevlerini yerine getirme konusunda sınıfta kalmış görünüyor. Özellikle bilim ve teknoloji çağına ayak uydurmaya çalıştığımız şu günlerde dilin, çağın gereklerine uygun işletilmesi bir yana itilmiş, var olan yerleşmiş yazım kurallarıyla oynanmış, dildeki karışıklıklar çözülecekken yeni karışıklıklar Türk Dil Kurumu eliyle yaratılmıştır. Bir yandan da teknolojinin ürünü yeni sözcükler, dilimize gelip tamamen yabancı giysileriyle Türkçenin göbeğinde yer almıştır. Bu duruma seyirci kalan Türk Dil Kurumu'nun başındakiler bile onları bu durumlarıyla kabullenmiş görünmekte, onlara geç kalmışlığın telaşıyla hiç olmadık karşılıklar önermeye çalışmakta; ama önerdiği hiçbir karşılığı dilimize yerleştirmede başarılı olamamaktadır. Türk Dil Kurumu'nun etkili ve yetkili isimlerinden Prof. Dr. Hamza Zülfikar TDK'nin resmi sitesinde kendisine ayrılan "Doğru Yazalım Doğru Konuşalım" köşesinde bu yenilgiyi kabul eden örnekler sergilemektedir. Örneğin söz konusu köşesinde Sayın Zülfikar diyor ki: "Türk Dil Kurumunun yabancı kelimelere karşılıklar bulmakla görevli kurulu, dilimize bilgisayar terimi olarak giren İngilizce kökenli CHAT kelimesine karşılık olarak sohbet, yarenlik, hoşbeş, gevezelik kelimelerini göstermiş, gerektiğinde bunların sohbet etmek, yarenlik etmek, hoşbeş etmek, gevezelik etmek biçimlerinde kullanılabileceğini önermişti" Oldu mu Sayın Zülfikar şimdi? İngilizceden dilimize geçen "chat" diye yazdığınız doğrusu ÇET olan sözcüğün türkçe karşılığı olarak "gevezelik" midir? Yani sanal söyleşiler gevezelikten ibaret midir? Bir de şu var: Latince tür adlarını -terim de olsa- yazım geleneğimizde "chat" diye mi yazıyoruz? Latinceden dilimize giren bu tür sözcüklere bir bakıp da örnekseme yoluna gidip yazamaz mıydınız? Örneğin dilimize benzer dillerden giren "kompozisyon, iskele, kontrol, elektrik, amip, amatör, coğrafya, ansiklopedi,anten, antika" gibi pek çok sözcük, size yol göstermez miydi? Yani günümüzde yaygın olarak kullanılan "nick", "chat", "mail" sözcüklerine boyun mu eğiyorsunuz? Tamam onlara karşılık bulmakta geç kaldınız, bunu anladık;ama benim anlayamadığım şey, neden bunları hala özgün biçimleriyle kullanıp ikinci bir yanlış yapıyorsunuz? Bunlar söylendiği gibi yazılır Sayın Zülfikar. İsterseniz bir daha düşünün bu konu üzerinde. Ne dersiniz? Şimdi diyeceksiniz ki bunlar "terim"dir. Doğrudur terim; peki "enflasyon" sözcüğü nedir, terim değil mi? Onu neden "inflation" biçiminde yazmıyorsunuz? "jeoloji", "jinekolog", jinekoloji", "kabotaj..." Daha sayayım mı? Türk Dil Kurumu'nun yönetim kadrosunda görev alanlar dili böyle kullanırsa sade vatandaş ne yapmalı peki söyler misiniz? Lütfen Sayın Zülfikar daha dikkatli olur musunuz? Bundan birkaç yıl önce değindiğiniz "yan cümlecik" ve "bileşik cümle" konusuna başka bir yazımda ayrıca değinmeyi özellikle istiyorum. Umarım dile karşı sorumlu olanlar, bundan sonra dile karşı daha duyarlı davranırlar. Olumlu atılan her adımda yanınızda olduğumu bilmenizi isterim. Ama olumsuz bir şey olursa da üzgünüm ki karşınızda olacağım. Çünkü Türkçenin yapısına ve mantığına uygun çözümler istiyoruz. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Nuri SAĞALTICI

EĞİTİM YAYINLARI VE TALİM TERBİYE KURULU

Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı eğitim kurumlarında ders kitabı veya yardımcı ders kitabı olarak okutulacak yayınlar, bakanlığa bağlı Talim ve Terbiye Kurulu'nun denetiminden geçer ve yeterli olanlar gerekli onayı alır, "MEB TAVSİYELİ" ibaresiyle piyasaya sunulur. Böylece kitap, hiçbir zorlukla karşılaşmadan her okula elini kolunu sallaya sallaya girme özgürlüğüne kavuşur. Bu ne demektir? O kitabın her okulda rahatça pazarlanabilmesi, milyonlarca çocuğumuza ve gencimize satılabilmesi, kitabın iyi bir gelir getirmesi demektir. Buraya kadar her şey normal, ya sonrası? İki gün önce ilköğretim beşinci sınıfa giden kızım, bu türden onay almış bir kitabı bana getirip, kitaptan, anlayamadığı ve kendince yanlış bulduğu soruları sordu. Kitapta inanılmaz yazım ve noktalama yanlışları, bilgi yanlışları var. Dikkatimizi çeken bir başka şey de hiçbir kaynak göstermeden yazar, ÖSS sorularının seçeneklerini beş seçenekten dört seçeneğe indirip kendi sorusuymuş gibi okuyucusuna yutturuyor. Bu etiğe aykırı ve bilimsellikten uzak yapıta izin veren Talim Terbiye Kurulu'ndaki üyelere soruyoruz: Bu kitabı gerçekten incelediniz mi? İncelediyseniz, kitabın yetersizliğini ve eksikliklerini nasıl görmediniz? İncelemediyseniz kitaba nasıl izin veriyorsunuz? Binlerce çocuğumuzu zehirleyen bu tür bilimdışı bir yapıtın yanlışlarına ortak olmak ve görevi ihmal etmek değil midir bu? Bunun gibi daha kaç kitaba izin verdiniz acaba? Ticari amaç güden bu tür yayınlara neden prim veriyorsunuz? Üzülmeyin sayın kurul üyeleri... Bu tür hataları yapan yalnız siz değilsiniz. Bugün piyasada bolca satılan ÖSS ve OKS'ye hazırlık yayınlarının hemen hemen hepsinde aynı ihmalkarlığı MEB yıllardır yapıyor. Üstelik bu yayınlardan yayılan bilgi yanlışları, on yıllardır ortalığı bulandırmış, bu sayede yanlışlar doğru, doğrular yanlış olmuştur. Böylece doğrular konusunda hem öğretmenlerde hem öğrencilerde ikircimler oluşmuş, "bilimsellik" büyük bir yara almıştır. Sapla samanın birbirine karıştığı bu ortamda çocuklarımıza bilimsel olanı nasıl öğreteceğiz? Günümüzde asıl sorulması gereken soru bu işte. Milli Eğitim Bakanlığı, gelişmiş ülkelerde de iktidardaki siyasi partinin denetiminde eğitim işlerine bakar, bizde de. Bakanlık, yürütmede ve kararlarda ulusal çıkarları her şeyin üstünde tutmak zorundadır. İşte bu sözünü ettiğimiz nokta, öyle bir noktadır. Eğer Talim Terbiye Kurulu görevini yerine getirmiyorsa, yetersizse neden hala görev başındadır? Yeterli olduğu halde görevini gerektiği gibi yapmıyorsa ne yapmalı? Umarız ki bakanlık yetkilileri bu konuya ilişkin doyurucu bir açıklama yapar. ÖSS ve OKS'ye hazırlık kitapları, ve aynı alanda yayımlanan diğer tüm yayınlar ne kadar bilimsel bilgiler içeriyor? Bu konuda bakanlığın bir çalışması ya da araştırması var mı acaba? Kendi içinde ya da başka kaynaklarla çelişen bilgiler sunan binlerce yayın var piyasada. Buna ilişkin bilimsel bir önlem alınması düşünülüyor mu? Umarım ki bu uyarıdan "yasaklama" anlaşılmaz ve yine umarım ki iyi düşünülmüş, gerçekten tatmin edici bir kararla bu sorun çözülür. Milli Eğitim Bakanlığı'nın ders kitabı olarak okullarda okuttuğu kitaplar bile tam anlamıyla denetim yönünden yeterli değilken özel öğretim yayınlarına bakanlık nasıl elini uzatsın ki? Bakanlık önce kendi içinde tutarlı ve bilimsel bir yapı oluşturmalı, sonra yavaş yavaş tüm yayınlara eşit mesafeden bakan bir anlayışla çekidüzen vermelidir. Ama gerçekten bunu hakkıyla yapabilecek mi? Bu olanaksız değil, ama gerçekten kuşkulu. Bekleyip görelim mi? Sayın Milli Eğitim Bakanı'm, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu boşluğu yüzlerce yayın örneğiyle kanıtlamamı ister misiniz? Nuri SAĞALTICI

KATMERLİ BİLEŞİK KİP ÇEKİMİ

Türkçe öğretiminde yapılan yanlışlardan biri, Türkçe öğretim kitaplarındaki bilgilerin yıllarca tıpatıp yinelenmesi ve dilin gelişimine uygun olarak değiştirlmemesi, çağa uyarlanmamasıdır. Bu sorunun asıl nedeni dili yorumlayamama, onun çağdaş gelişim çizgisini izlemek yerine dili yalnızca eski kaynaklardan edinilen bilgilerle öğretme eğilimidir. Dil öğretiminde, her "dil" tanımından sonra: "Dil, canlı bir organizmadır." sözünü yineleyip duranlar, ne yazık ki bu sözün altında yatan asıl iletiyi anlayamadıkları için dilin değişebilirliğini kavrayamamakta ve bu nedenle dilde kullanımdan kalkmış olsa da o yanlış bilgiyi on yıllarca aktarmaya devam etmektedir. Kimi ÖSS hazırlık yayınlarında, okul ders notlarında bu tür bilgilerin aktarıldığını sıkça görmekteyiz. Sözü edilen yanlışlardan biri de "katmerli bileşik kip çekimi"dir.Bu yanlış anlayışın dayandığı kaynak ise, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesince on yıllar önce ilk baskısı yapılan, Muharrem Ergin'e ait "Türk Dil Bilgisi" adlı yapıtıdır. Bu yapıtın 328 ve 329. sayfalarında kiplerin "Katmerli Birleşik Çekim"i anlatılmakta, konuya ilişkin:"Katmerli birleşik çekim, asıl fiil kipine -i fiilinin iki şeklinin arka arkaya getirilmesiyle ortaya çıkan çekimdir." denmektedir. Daha sonra konuya ilişkin örnekler şöyle sıralanmaktadır: "Gelecektiysem,geliyormuşsa, gelirdiysem, geliyorduysam, geldiydiysem, gelmiştiysem, gelecektiysem, gelmeliydiysem, gelirdimse, geliyordumsa; gelirmişsem, geliyormuşsam, gelmişmişsem, gelecekmişsem..." Şimdi bu örnekleri doğru çekim diye yazdıran eğitimcilere sormak gerek: - Her zaman size gelirdimse neden beni üzdünüz? -Size yarın gelecekmişsem ne yapmalıyım? -Yarın gelmeliydiysem ne yapabilirdim. Siz öğrencilerinize böyle bir dil kullanmayı mı öğretiyorsunuz? Bu eylemlerin cümle içindeki kullanımlarını deneyin de görelim nasıl bir Türkçeymiş sizinki? Bunu hiç mi denemediniz? Günümüz Türkçesinde böyle bir kullanım var mı? Hele yazı dilimize örnek alınan İstanbul ağzında böyle bir kullanım yaygın mıdır hala? Böyle konuşan bir insana tuhaf bakılmaz mı? Böylesi cümleler, anlatım yönünden bozuk değil midir? Sesimizin çıktığı kadar bağırıp bu öğretim eksikliğini duyurmaya çalışıyoruz. Ama anlaşılan bundan sonra da bu tür yanlışları duyurmaya gücümüzün yettiğince devam edeceğiz. Eğitimcilerin kendilerini arada bir kontrol etmeleri, bilgilerini denetimden geçirmeleri bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Hele bir eğitimci, Türkçe gibi hızla değişip gelişen bir dilin öğreticiliğini yapıyorsa onun kendini daha sık denetlemesi gerekmez mi? Nuri SAĞALTICI

EDEBİYAT AKIMLARINDA "AKIL VE DUYGU"

Ulusların edebiyat maceralarına bakılınca insanlığın aydın kesiminin dünyaya bakışına ilişkin ilginç görünümler elde edilebilir. Yeryüzünün en eski kaynaklarından başlayarak insanların dünyaya bakışları, sosyolojik yapıları,duyuşları da verdikleri eserlerde kendini gösterir. Bugün Batı uygarlığının hatta doğu felsefesinin de önemli bir kaynağı sayılan Latin ve özellikle antik Yunan kültürü bu anlamda incelenmeye değer. Sözü edilen bu kültürlerin etkileri 17. yüzyıl boyunca bütün Avrupa edebiyatlarında "klasisizm" diye adlandırılan edebiyat anlayışında kendini açıkça belli eder. "Akıl ve sağduyu"nun bunaltıcı sıkı kurallarıyla örülü bu edebiyat anlayışının kaynağı, Homeros'un "İlyada ve Odessa"sıdır,Aisopos'un fabllarıdır, Euripides'tir, Sophokles'tir, Aristophanes'tir, Aiskhylos'tur. Günümüzde bile Pelopennes Savaşı'nın, Truva Savaşı'nın filmleri hala büyük bir ilgi uyandırabiliyor ve bu olayların film çekimi için milyonlarca dolar yatırım yapılabiliyorsa bunun bir anlamı olmalı. Bütün Avrupa'da 17. yy. boyunca aklın ve sağduyunun egemenliği vardır. Klasisizmin kuramcısı Boileau "Şiir Sanatı" adlı eserinde şöyle der:"Aklı seviniz, eserleriniz görkem ve değerini yalnız ondan almalı." Ta ki Avrupa'da pusulanın keşfine, gemiciliğin gelişmesiyle başlayan ticaret serüveninin ve yeni kıtaların keşfine, sanayileşmenin gelişmeye başlamasına kadar bu anlayış sürecektir. Feodalizmin sermayesini tüketip burjuvazinin palazlanmaya başladığı 18. yy'da burjuvazi kendi felsefesini ortaya koymaya başlayacak ve edebiyatta "birey"selleşme ve "özgürlük" olgusu ortaya çıkacaktır. Bu dönemde artık sıkıcı olmaya başlayan ve yüzyıllardır insanı tutsak eden "akıl ve sağduyu", yerini "duygu ve hayal"e bırakacaktır. Romantik ozan Alfred Musset akla tepki olarak şöyle diyecektir: "Yüreğine vur, deha oradadır." Bütün romantik yazarlar bu düşünce ışığında 18. yüzyıl boyunca eserlerinde kendi duygularını aktarmaktan geri durmayacaktır. 19. yüzyılda sanayinin ve bilimlerin hızla gelişmesi, August Comte'un pozitivist(olgucu) düşüncelerine uygun temeller hazırlayacak ve bu düşüncenin edebiyat dünyasında sağlam bir yer kazanmasını sağlayacaktır. Edebiyatta "realizm" (gerçekçilik) adıyla tanıdığımız hareket, romantizmin "duygu ve hayal" öğelerine karşı bir tür akılcı sayabileceğimiz "gözlem ve anket" yöntemine başvuracaktır.Realizmin öncü yazarlarından Stendhal, roman anlayışını açıklarken:"Roman dediğin, yol boyunca dolaştırılan bir aynadır.Bir bakarsın göklerin maviliğini, bir bakarsın yolun irili ufaklı çukurlarında birikmiş çamuru görürsün." der. 19. yüzyılın sonlarına doğru bilim ve sanayileşmenin üst noktalara tırmanışı devam edecek ve realist anlayışın bir üst aşaması olarak sayılan natüralizm (doğalcılık) akımı ortaya çıkacaktır. Realizmin benimsediği :"İnsan çevresinin ürünüdür ve çevrenin insan davranışları üzerinde belirleyici bir rolü vardır." görüşünü inkâr etmemekle birlikte, natüralisler, insan davranışlarını belirleyen tek öğenin bu olmadığını, genetik faktörün de yani "huy"un da hesaba katılması gerektiğini ileri sürmüştür. Natüralistlerin keskin bir bilimsel bakışı vardır edebiyata ve pozitif bilimlerin deney yöntemlerini edebiyata uyarlamaya çalışmışlardır. Natüralistlere göre:" Edebiyat, bir laboratuvar, roman ise bir ameliyat masasıdır." Bu ilke bile 19. yüzyıl insanının edebiyatta tıpkı klasik dönemdeki gibi akılcı olduğunu ortaya koymaya yeter. 1870 Fransa'nın askeri bozgunundan sonra insanlarda başlayan karamsar hava, sanayileşmenin getirdiği yalnızlık ve içe kapanış hareketi,20. yüzyılda daha da derinleşip keskinleşerek adeta insanı bunaltan bir noktaya ulaşır: 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Birinci Dünya Savaşı,Türkiye ve pek çok ülkenin işgali, ardından ortaya çıkan İkinci Dünya Savaşı, Vietnam-Amerika Savaşı, Kore Savaşı, atom bombaları, İsrail-Arap Savaşları ... Böyle bir ortamda güven duygusundan uzak, yarını bile görmekten aciz bir insanın akılcı olamayacağı açıktır. Bu nedenle 19. yüzyılın son yıllarından günümüze kadar ortaya çıkan edebiyat akımları incelendiğinde görülecektir ki, sanatçılar da çağın tedirginliğini, çağın küskünlüğünü, bezginliğini ortaya koymaktadır. Çağımız duygusal insan çağıdır. Özetle denebilir ki insanlığın edebiyat macerası, aslında toplumsal yaşam macerasının yansımasıdır. Ne ilginçtir ki insanoğlu bu tarihsel süreç boyunca hiçbir dönemde akıl ve duygularını ölçülü kullanamamıştır. Bir dönem YALNIZCA AKLIN, bir dönem de YALNIZCA DUYGUlarının tutsağı olmuştur: KLASİSİZM(AKIL ÇAĞI),ROMANTİZM(DUYGU ÇAĞI), REALİZM VE NATÜRALİZM(AKIL ÇAĞI), SEMBOLİZM VE SONRASI(DUYGU ÇAĞI). Kimbilir, belki de insanoğlunun mutsuzluğunun kökenindeki asıl gerçek budur. Akıl ve duygunun dengelendiği bir çağı ümit etmekten başka ne yapabiliriz ki! Nuri SAĞALTICI

DİLE DUYGUSAL BAKIŞ KOMPLEKSİMİZ

Türkçeyle ilgili son yıllardaki yazıların geneline bakılınca bu yazılarda dikkat çekecek ilk nokta bilimsellikten çok, duygusallık kokan bakıştır. Google'dan arama motorundan bu konuya ilişkin yapılacak ufak bir arama bile bunu rahatlıkla bize gösterir. Kaynak göstermeden aktarılan düşüncelerin çoğu "alıntı" olmaktan çıkıp "çalıntı" konumuna geçmiştir. Hatta bilimsel hırsızlık da denebilir buna.Adeta birbirinin kopyası olan bu tür düşünceler özellikle yayılmaya çalışılmaktadır. Son günlerin modası, Türkçenin üstün bir dil olduğunu kanıtlamak. Çünkü Türkçeyi savunmak için adeta bunu savunmak zorunluymuş gibi bir hava yaratılıyor. Örneğin, Prof.Dr. Günay Karaağaç'ın yaptığı bir araştırma, bu tür fırsatçıların iştahını kabartır. Türkçenin Arapça üzerindeki etkisini konu alan bir araştırmaysa hele onlara sevinç çığlıkları attırır. Çünkü kendi düşüncelerini yaymanın en kestirme yolu budur. Oysaki en ilkel dillerin bile gelişmiş diller üzerinde az ya da çok etkisi olabilir. Etkilenmek bir aşağılanma, etkilemek de bir böbürlenme nedeni olamaz. Her dil, bir başkasına sözcük verip başka dillerden de sözcük alabilir. Özellikle işlenmiş bir dil olarak bilinen Arapçaya Türkçeden sözcükler geçmiş olması, olsa olsa bu dilleri konuşan ülkelerin iletişim sıklığını anlatır.Bir dile geçen sözcüklerin incelenmesi belki sosyolojik ve tarihsel yorumlar için malzeme oluşturur ama bir dilin üstünlüğünü kanıtlamada araç olamaz. Oğuz Düzgün, AE'de yazdığı "Türkçe'nin Arapça'ya Etkisi" adlı yazıda bilimsellikten çok duygusal davranmış ve sözünü ettiğimiz yanlışa düşmüştür. Ne diyor bu yazısında Düzgün? 1) "...şimdi okuyacağınız bölümde Osmanlı Türkçe’si tabirini çoklukla kullanıyoruz.Türk’lerin tüm dünyaya, kültür, medeniyet, edebiyat yönlerinden üstünlük sağladığı en güçlü dönem Osmanlı dönemi olmuştur.Bu sebeple,Türkçe’den dünyaya kelime yayılımı en çok bu dönemde olmuştur.Dünya üzerinde geniş bir alana yayılan Osmanlı, idaresine aldığı ve çeşitli sebeplerle ilişkiye girdiği milletlerin dillerinden de tabii olarak, kelimeler almıştır." YANIT: Sayın Düzgün öncelikle sıkça yaptığınız bir yazım yanlışınızı düzelterek başlayalım:"Osmanlı Türkçe'si" değil, "Osmanlı Türkçesi" olmalı. İkincisi, diyorsunuz ki: "Türk’lerin tüm dünyaya, kültür, medeniyet, edebiyat yönlerinden üstünlük sağladığı en güçlü dönem Osmanlı dönemi olmuştur.Bu sebeple,Türkçe’den dünyaya kelime yayılımı en çok bu dönemde olmuştur." Elbette doğrudur bu; fakat unuttuğunuz bir şey daha var: Bu döneme kadar Türkçenin yabancı dillerden en çok etkilendiği dönem de bu dönemdir. Ne dersiniz? 2) "Osmanlı gibi medeniyet sahibi ve tüm dünya üzerinde egemen bir devletin dünya dillerinden unsurlar alması gayet doğaldır." diyorsunuz. Peki Osmanlı İmparatorluğunun yabancı dillerden sözcük alması doğal da diğer dillerin Türkçeden sözcük alması neden doğal sayılmıyor? Dillerin sözcük alışverişi her zaman doğaldır zaten. Doğal olmayan bir yön yok burada. 3) "Şimdi Türkçe’mizin dünyanın en köklü dillerinden olan Arap dilini nasıl etkilediğine şahit olacağız.Türk’lerin Arap dilini etkilemeleri bu birkaç kelime alış verişiyle sınırlı değildir tabii ki..Arap dilini Arap milletinden çok kullanan, onu felsefi, edebi terimlerle zenginleştiren Türk’ler olmuştur.Farabi gibi Türk felsefeciler Arap dilinin Felsefe dili olabilmesi için ellerinden gelen gayreti göstermişler, Yunanca felsefi terimlerine karşılık gelebilecek ve Arapça’da daha önce hiç kullanılmayan yeni yeni kelimeler, terimler üretmişlerdir.Osmanlı Edebiyatçılarının Arapça’dan alarak kullandıkları öyle vezinler vardır ki,bu kullanımlar Araplar arasında sonradan yayılmıştır.Örneğin; Hilal-i Ahmer kelime grubu köken olarak Arapça’dır.Ancak bu kelime grubu daha önce Araplar tarafından bu şekilde hiç kullanılmamıştır.Bu terkibi yapıp, kullanıma koyan millet Türk’ler olmuştur." Oldu mu şimdi Sayın Düzgün? Yazınızın başlığı "Türkçenin Arapçaya Etkisi" ; fakat verdiğiniz örneğin konuyla uzaktan yakından ilgisi var mı allahaşkına? Bu örnek, olsa olsa Türklerin Arapçaya hizmeti olur. Yanılıyor muyum acaba? Yoksa "Hilal-i ahmer" tamlaması Türkçedir de ben mi Türkçeyi bilmiyorum? Örneklerin devamına bakalım: "Meselemizi açıklamak için bir başka örnek daha verelim.Arapça’da eskiden Varlık kelimesini karşılayacak bir kavram yoktu.Çünkü böyle bir kullanıma da ihtiyaç yoktu. Daha sonra Yunan felsefe metinleriyle karşılaşan ve bu metinleri Arapça’ya çevirmeye gayret gösteren çoğunluğunu da ünlü bazı Türk’lerin oluşturduğu felsefeciler, bu gibi kavramları karşılamak için yeni kelimeler türetme yoluna gittiler.Yunanca “esse” (varlık) kelimesine karşılık gelmesi için vecede kökünden gelen Mevcud, çoğulu olarak da Mevcudat kelimesi kullanıldı.Yine aynı mantıkla “Cosmos” kelimesini karşılamak için “Kane” kökünden gelen “Kainat” kelimesi geliştirildi. “Khronos” (hareket) kelimesi için “hareke” kökünden gelen “Hareket” kelimesi oluşturuldu.Yine İbn-i Sina karşılaştığı “Analiyse” kelimesine karşılık bulmakta gecikmedi ve “Tahlil” kelimesini buldu.O tartışma manasına gelen “Dispute” kelimesinin karşılığı olarak da “Cedel” kelimesini yerleştirmişti.Daha önce Arap dilinde bir karşılığı olmayan “Logic” kelimesini karşılamak üzere “Nataka” kökünden gelen “Mantık” kelimesini, ünlü Türk filozoflar geliştirdi.Tabii ki bu Türk filozofların Arap milletinin dilini zengin etmek gibi bir kaygıları yoktu.Onların kaygısı İslam dünyasının ilim dili olan Arapça’yı tüm felsefi terimleri karşılamaya yeterli bir dil haline getirmekti.Bu Türk bilginler Arap diline bu terimleri kazandırırken kendi dillerinden de istifade ediyor olmalıydılar." diyorsunuz. Bu örnekler de Arapça. E, hani Türkçenin etkisi? 4) "Demek ki,Arap dili de başka dillerden etkilenebilir ve o Türkçe gibi dillerden etkilenmiştir de..Ancak Arapça’yı İslam alemindeki konumundan alaşağı edebilecek bir güç de söz konusu değildir.O yine dualarımızda,ezanlarımızda kendini bize duyuran, güzel ve geniş bir anlam derinliğine sahip güçlü bir dil olarak kalacaktır.Türkçe’nin de o dilin bu üstün yönleriyle yarışmak gibi bir kaygısı da yoktur zaten.Sadece şu gerçeği söylemek istiyoruz.Türkçe pek çok dili etkilediği gibi felsefi Arapça’dan tutun halk Arapça’sına varana kadar bu dile etkilerde bulunmuştur.Haliyle Türkçe de güçlü bir dini dil olan Arapça’dan pek çok kelime alarak etkilenmiştir.Osmanlı Türkçe’si yabancı dillerden gelen kelimeleri bir köprü vazifesi yaparak,Arapça’ya geçirmiştir." diyorsunuz. "Türkçe’nin de o dilin bu üstün yönleriyle yarışmak gibi bir kaygısı da yoktur zaten." diyerek Türkçeyi geliştirmek gibi bir niyetinizin olmadığını da belirtmiş oluyorsunuz yani. Neden Türkçenin Arapçayla yarışmak gibi bir kaygısı olmasın Sayın Düzgün? Hiç mi geliştirilmeye ihtiyacı yok Türkçenin? 5) "Şimdi sizleri Türkçe’den Arapça’ya geçen bazı kelimelerle baş başa bırakıyoruz. Abajur-Fransızca-Osmanlı Türkçe’si-Arapça Abanoz-Yunanca-Osmanlı Türkçe’si-Arapça Afyon-Yunanca-Osmanlı Türkçe’si-Arapça ...." diyorsunuz. Örnekler uzayıp gidiyor. Fakat listenin büyük bir çoğunluğu Türkçe olmayan sözcüklerden oluşuyor. Bu hizmet nasıl bir hizmettir anlayamadım gitti. Bu hizmet mi gerçekten? Ah araştırdıkça daha ne hizmetlerimiz vardır başka dillere kim bilir? Bir de kendi dilimize hizmet edebilsek ya! Nuri SAĞALTICI