31 Temmuz, 2009

"SÖZ SANATLARI" Kitabı En Çok Satanlar Listesinde 2. Sırada

30 Temmuz, 2009

Tanrı'nın Yazdığı Şiirsin Sen

10 Temmuz, 2009

YENİ VE ÇAĞDAŞ MÜFREDAT PROGRAMLARIMIZ

Kalkınmanın vazgeçilmez koşulu beyinsel devrimdir kuşkusuz. Yani insan eğitimi. Bireyleri, sıkı bir eğitimden geçmiş uluslar, bilim ve teknolojide büyük başarılara imza atan uluslardır. Çünkü dünyayı ve çağı iyi anlayabilmek, ancak iyi eğitilmiş beyinlerle olanaklıdır. Bu hamleyi yapmakta geç kalan uluslardan biri olarak biz, ne yazık ki hala eğitim sistemimizi sağlam temellere oturtamadığımız için iki üç yılda bir eğitim sistemimizi silbaştan düzenliyoruz. 83 yıllık cumhuriyet sürecinde Türk aydını, hala halktan kopuk Osmanlıcı kafa yapısını kıramamış, hala halkıyla bütünleşme ve halkının sorunlarını anlayabilme yeterliliğine erişememiştir. Eskiden bütün kararlar halk adına ve halktan habersiz biçimde İstanbul'da, bugün de aynı biçimde Ankara'da masa başında alınmaktadır. Bundan dolayıdır ki hiçbir zaman eğitimle ilgili alınan hiçbir karardan yeterince verim alınamamış ve üç beş yılda bir, sistemin biri kaldırılıp öbürü yerleştirilmiştir.Anımsanacağı gibi 1990'lı yıllarda "Kredili Eğitim Sistemi" getirildiği sıralarda bir bakanlık yetkilisi gazetelerin birine verdiği demeçte, o sistemin Amerika'da uygulanan en son ve en mükemmel sistem olduğunu savunuyordu. Çünkü ülkemizin gerçek sorunlarını bilen eğitimciler bu sistemin yürümeyeceğini, bunun Türkiye koşullarına uygun olmadığını söylüyorlardı. Fakat yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, bu sistemi getirenler, kendi hatalarını örtbas etmek için kendilerince gerekçeler ileri sürüyorlardı. Doğruydu söyledikleri aslında. Amerika'da uygulanan ve gerçekten özünde çok güzel bir sistemdi o. Haklarını yememek lazım bu konuda. Ama hep unuttukları bir şey vardı: Acaba bu sistem ülkemizin koşullarına uygun mu? Sonrasını anlatmaya gerek yok. Sistem bize uymadı ve birçok öğrenci, yetersiz derslik yüzünden matematik, Türkçe gibi temel dersleri göremeden liselerden mezun oldu. Bunların yerine öğrencilere beden eğitimi, resim, müzik gibi seçmeli dersler verilerek kredileri tamamlatıldı ve gençler mezun edildi. Her zaman olduğu gibi ülkemizin birkaç yılı adeta çalındı ve bunu yapanlar hiçbir şey olmamış gibi görevlerine devam ettiler. Ondan sonraki sistem de tutmadı tabii. 2005 yılında 59. hükümet, öğrencileri ezberden kurtarmaya kararlı görünüyordu. Harıl harıl çalışıldı ve nihayet 2005-2006 eğitim öğretim yılının başlangıcına yakın bir tarihte yeni eğitim-öğretim müfredatını açıkladı. Fakat bakanlığın elinde yeni müfredata uygun ders kitabı bulunamadığı için çoğu derste ya öğretmenlerin önerdiği eski kitaplarla konular geçiştirildi ya da kimi uyanıkların hazırladığı yanlışlarla dolu kitaplar ders kitabı olarak liselerde okutuldu. Üstelik bu kitapların Tebliğler Dergisi'nde adı bile geçmiyordu ve bunlar için MEB'den gerekli izin bile alınmamıştı.Neyi öngörüyordu yeni müfredat? Özellikle Türk dili ve edebiyatı derslerinde öğrencilerin kafasını kavramlarla, terimlerle ve tanımlarla doldurmaktansa öğrencinin örneklerden yola çıkarak kavramları kendi kendine öğrenmesini, okuduklarından hareketle yorum yapmasını sağlamak. Yani bir tür kendi kendine öğrenme yöntemi. Karşılaştırma,açıklama, tartışma gibi pek çok yöntemi gerektiren ve gerçekten öğrenme eyleminde öğrenciyi etkin kılan çağdaş bir yöntem bu. Tek kelimeyle ilk bakışta harika bir yöntem bu. Çünkü yıllardır hepimizin gördüğü bir temel eksikliği, öğrencinin düşünce tembelliğini ortadan kaldırıyor bu sistem. Buraya kadar her şey çok güzel.Şimdi birçok yerde elbette bunun faydalarını göreceğiz. Bu, yadsınamaz. Fakat kitap okuma alışkanlığı olmayan bir toplumuz biz. Tarih, felsefe, toplumbilim,edebiyat tarihi konularında bilgi yönünden çok zayıf öğrencilerimiz var. Şimdi bir anlığına manzarayı gözümüzün önünde canlandıralım.Edebiyata hiçbir önhazırlığı olmayan ve ilköğretimden gelen lise 1 öğrencilerine Öğretmen, büyük çoğunluğu bu tip öğrencilerden oluşan sınıflarda, Fuzuli'nin bir gazelini okutacak ve diyecek ki: " Bu şiirdeki zihniyeti, tarihsel ve toplumsal öğeleri bulunuz. Gzelin özelliklerini sayınız." Öğrencilerin böyle bir soru karşısındaki ilk tepkilerini tahmin edersiniz değil mi? Böyle bir soru karşısında öğrencinin yapacağı yorumların istenenle ilgisiz olacağı açıktır. Tasavvuf düşüncesinden, Fuzuli'nin tasavvuf düşüncesine bağlı oluşundan, tasavvufun ortaya çıkış koşullarından, şairin yaşadığı 16. yüzyıldan ve Kanuni döneminden habersiz öğrenciler ne yapsın? "Gazel"i nasıl açıklayabilir öğrenciler?İlköğretim okullarına yeni başlayan minicik yavrularımıza harfleri, heceleri öğretmeden doğrudan elyazısı becerisi kazandırılıyormuş. A, ne güzel! Desenize artık kargacık burgacık yazılar yazan öğrencilerin yerine daha hoş yazılar yazan öğrencilerle karşılaşacağız! Buraya kadar tamam da bu çocuklar elyazısını öğreneceklerdir de ne gazete ne kitap okuyabilme heyecanı yaşayacaklar. Bu kararları alanlar, gazete ve kitapların elyazısıyla yazılmadığını düşünemiyorlar mı? Hiç merak etmeyin, en kısa zamanda bütün bunlardan da verim alınamayacağı için bu "yeni" müfredat da eskiyecek ve yerine daha yeni "yeni müfredat"lar gelecektir. Neden mi? Çünkü bu kararları alan aydınların devlet parasıyla Avrupa'larda, Amerika'larda gezmekten Türkiye'yi görüp tanıyacak halleri yok maalesef. Hep de gezip gördükleri yerlerin en son sistemlerini getiriyorlar da bir türlü dikiş tutturamıyorlar. Nedense oralardan getirdikleri hediye elbiseler ya dar geliyor bize ya bol. ÖSS ve OKS sistemlerindeki sık değişmeler de bunun benzeri ürünler değil mi?Ziya Paşa'nın şu beyitleri bir şey anlatır mı bilmem: "Yıldız arayıp gökte nice turfe müneccimGaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde(Birçok acemi müneccim gökte yıldız aramaya çıkar da/ yolunun üzerindeki kuyuyu göremez.)Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamatBin türlü teseyyüb bulunur hanelerinde."(Onlar lafla dünyaya düzen vermeye çalışır da / kendilerindeki bin türlü düzensizliği göremezler)nurisagaltici@gmail.com Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 03.05.2007 09:37:00

YAZIM KILAVUZU-2005 ELEŞTİRİSİ

DİL DERNEĞİ'nin hazırladığı "Yazım Kılavuzu"nun yeni baskısı çıktı. Doğrusu önceki baskıdan bugüne kadar geçen üç yıllık sürede bu konuda çok hararetli tartışmalar vardı. Dil Derneği, tartışmalı konulara ve sorunlara çözüm getirebilecek miydi? Eski baskıdaki kimi yanlışlıkları ve eksiklikleri giderip TDK'nin en çok eleştirilen yetersiz tutumu karşısında kamuoyunun beklentilerini karşılayabilecek miydi? 1) Yazım Kılavuzu, bilgisayar terimi olarak kullanılan "chat" kavramını dilimizin yerleşmiş yazım kurallarına uyarak ilk kez "çet" biçiminde aktarmış ve bu yönüyle "çet" sözcüğü ilk kez bir yazım kılavuzuna doğru biçimde aktarılmıştır. Öğrencilerime yıllardır bu gerçeği aktarmaya çalışırken büyük bir sıkıntı yaşadığımı ve sözcüğün bu biçim yazımını benimsetmekte bayağı sıkıntı çektiğimi belirtmeliyim.2) Kılavuzun "GİRİŞ" bölümündeki yazım kuralları yerleşmiş yazım anlayışımıza her yönden en uygun yazım kılavuzudur. Yapıtın titiz bir çalışma ürünü olduğu ortada. Ne var ki kimi yanılgılar da yok değil. Nedir bu yanlış ve eksiklikler? a) Yapıtın 14 ve 25. sayfalarında şöyle denmektedir:"Sonunda SERT ÜNSÜZ bulunan kimi özel adlar, ünlüyle başlayan bir ek aldıklarında söyleyişte beliren yumuşama yazımda gösterilmez: Bülent'e (BÜLENDE/okunur)...Tokat'a (TOKADA/okunur)"Burada öncelikle anlatımın daha açık olması için "sert ünsüz" teriminin yerine "süreksiz sert ünsüz" denmesi daha uygun olurdu.Bir nokta daha var ki o da şu: Açıklamayla ilgili örneklerin bazılarında bir yanılgı olduğunu düşünüyorum:Biz günlük konuşmalarda özel ad olan Bülent ve Tokat sözcüklerine ünlüyle başlayan bir ek getirdiğimizde sözcüklerin sonundaki "t" seslerini yumuşatır mıyız yoksa bu bir dalgınlık mı? Bu örnekler üzerinde tekrar düşünmekte yarar var sanıyorum.b) 15. sayfada: "Son hecesinde kalın ünlü bulunmasına karşın, sonundaki ünsüzün inde oluşu nedeniyle kimi yabancı kökenli sözcüklerin aldığı eklerdeki ünlülerin ince yazılıp okunması: EMLAK,-Kİ, ideal-li,ekol-lü...biçiminde gösterilmiştir." denmektedir.Yine bir dalgınlık olarak düşünebileceğimiz "emlak" sözcüğü yanlışlıkla burada aktarılmış ve örneklenmiştir. Neden? Çünkü bu sözcüğün sonundaki "k" ünsüzü ince okunmamakta, yalnızca içsesteki "l" ünsüzü ince okunmaktadır ve bu nedenle bunun doğru yazımı "emlak-ı" biçiminde olmalıdır.c)Kitabın "Ünsüz Uyumları" başlığı altında 24. sayfada verilen "b" maddesindeki açıklama yanlış olmamakla birlikte sanki Türkçede sertleşme kuralının dışında bir de yumuşak ünsüz uyumu varmış gibi bir izlenim uyandırmaktadır. Bu yüzden bu maddeyi gereksiz gördüğümü belirtmeliyim. Zaten başlığa dikkat edilirse "Ünsüz Uyumları" denilerek de okuyucuda sanki birden çok ünsüz uyumu varmış gibi bir izlenim bırakılmaktadır. Bu yönden bu bölümdeki bilgilerin sonraki baskılarda göz önünde tutulması gerekmektedir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki yumuşak ünsüzlerden sonra sert ünsüzle başlayan bir ek gelebilmektedir. Yani "yumuşak ünsüzlerin uyumu" diye bir kural yoktur: gelir-se, belir-ti, şırıl-tı, dön-se...d)34. sayfada "Yabancı Özel Adların Yazımı" başlığı altında 1. maddede verilen bilgi doğrudur ancak bazı örneklerin "yerleşmiş yazım biçimleri olduğu tartışma götürür. Örneğin, Shakespeare'in "Şekspir", Washington'un "Vaşington" biçiminde, Cannes sözcüğünün de "Kan" biçiminde yazılması önerilmektedir. Merak ediyorum "Cannes Film Festivali" mi daha çok yaygındır yoksa "Kan Film Festivali" mi? Bunları yeniden düşünmenin yararlı olacağı kanısındayım. e) 42. sayfada "Gün Bildiren Tarihlerin Yazımı"nda önerilen sekiz yazım biçiminin yazımda yeni karışıklıklara yol açacağı açıktır. Oysa yazım biçimlerini kısmak öğrenmeyi hızlandıracağı için daha pratik bir yoldur. Yazım Kuralları, öğrenilmesi kolay kurallar olmalıdır.Bize önerilen yazım biçimleri şunlardır:22 Mayıs 200522.V.200522.5.200522/5/200522-5-200501/09/200501.09.200501-09-2005Şimdi kaygım şu: Ya birileri "22/V/2005" gibi farklı yazım biçimlerini yaygınlaştırırsa? Oysa yukarıda önerilen yazım biçimlerinin en yaygın üçü alınıp bunlar öğretime ve kullanıma sunulabilirdi: 22 Mayıs 200522.5.200522/5/2005f)48. sayfa, 3. maddede verilen:"Sözcük türünün değişmesiyle kurulan bileşik sözcüklerde, bileşiği oluşturan sözcükler hangi sözcük türünden olursa olsunLAR ad soylu bir öğe gibi kullanılırLAR: .....HOŞBEŞ,GÜNÜBİRLİK,ÜSTÜNKÖRÜ" ifadesindeki özne yüklem uyumsuzluğu gözden kaçmıştır. Sonraki baskılarda düzeltilebilir bir hatadır bu. Yukarıda verilen "hoşbeş", "günübirlik", "üstünkörü" örneklerinin "tür değişmesi"nden çok, "anlam kaymasıyla oluşan bileşik sözcükler"e örnek olabileceğini düşünmekteyim. "Tür kayması yoluyla oluşan bileşik sözcükler" şöyle açıklansa daha anlaşılır bir açıklama olmaz mıydı: " Bileşiği oluşturan eylem soylu (eylem ya da eylemsi) en az bir sözcük, birleştiği sözcükle düşünüldüğünde ad soylu sözcük oluşturur."Yazıda dikkat edilirse Yazım Kılavuzu'nun yalnızca "Giriş" bölümünün eleştirisi yapılmıştır. Henüz "Dizin" bölümünü yeterince incelemiş değilim. Dizin bölümünde hata olsa bile bunların çok olacağını düşünmüyorum açıkçası. Çünkü Dil Derneği'nin önceki çalışmalarında gösterdiği titizliği hepimiz biliyoruz. Yine de böyle eksiklik ve yanlışlıklar görüldükçe bunlar da dile getirilecektir.Bu eleştirimize karşın bu yapıt, şu anda piyasadaki en tutarlı ve en sağlam yazım kılavuzudur. Teşekkürler Dil Derneği ve teşekkürler bu yapıtta emeği geçen herkese. Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 03.05.2007 09:36:00

TDK'nin Yeni Yazım Anlayışı

Resmi TDK'nin kuruluşundan bugüne kadar izlediği yazım ve dil politikası yıllardır aydın çevrelerin ve eğitimcilerin gündeminde bir hayli geniş yer aldı. TDK, bu yönüyle tartışmaların hep merkezindeydi.TDK'ye yöneltilen temel eleştiri, toplumun yıllarca kullandığı yerleşik yazım dilini bozmak, bilimdışı bir tavır takınarak keyfi kurallar geliştirmekti. Yani kaş yapayım derken göz çıkarıyordu TDK. Örneğin, toplumun on yıllarca "Gaziantep, Şanlıurfa, Kahramanmaraş..." diye yazdığı bileşik özel adlar bir anda gitmiş yerine Gazi Antep, Şanlı Urfa, Kahraman Maraş gibi ilgisiz yeni yazımlar ortaya çıkmıştı. Üstelik TDK, okuyucularına bu tip özel adların sonundaki sert ünsüzleri, yazımda da yumuşatmasını öneriyordu ki bu, bardağı taşıran son damla olmuştu.TDK'nin son İmla Kılavuzu'na baktığımızda bu uygulamasından vazgeçtiğini görmekteyiz. Bu olumlu bir gelişme.Geleneksel yazımda bitişik yazılan ve "ev" sözcüğüyle oluşturulan kimi sözcüklerin tamamını ayrı yazma kararı alan TDK, büyük bir tartışmaya imza atmış, resmi bir yazıyla bütün öğretmenevlerinin tabelalarını değiştirtmiş, ülkemizin bütçesine milyarlarca zarar vermiştir. Aradan geçen zaman içinde toplum TDK'yi dinlemeyince ani bir kararla bundan vazgeçmiş ve son kararlarına şunu eklemiştir: "Ev kelimesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik ya­zılır: aşevi, bakımevi, basımevi, doğumevi, gözlemevi, huzurevi, ko­nukevi, orduevi, öğretmenevi, polisevi, yayınevi." Acaba o ayrı yazdırttığınız öğretmenevi, orduevi, doğumevi tabelalarını tekrar bitişik yazdırtmak kaça mal olacak, merak ediyorum.Alışılagelmiş "ilkokul,ortaokul,yüksekokul, yükseköğrenim, yükseköğretim" gibi pek çok sözcüğü önce ayrı yazma kararı alan TDK, bugün bundan vazgeçerek bunları birleştirme kararı almıştır. Kaç yüksekokul, ilkokul, ortaokul, yüksekokul, Yükseköğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu tabelası değişmiştir bu yüzden kim bilir? Bunlara kaç milyar para harcanmıştır? Ulusal kaybımız değil mi bu para? Kimin ne hakkı var bunu yapmaya?"Hane" sözcükleriyle oluşturulan ve geleneksel yazımda "eczane, hastane,postane, pastane" diye bitişik yazılan sözcükleri önce ayırıp tutmayınca da yıllar sonra TDK, topluma uyma zorunluluğu hissetmiştir. Buna da şükür, ya yanlışta direnseydi, değil mi? Bu konuda aldığı yeni kararını TDK şöyle açıklıyor: "Eczahane, hastahane, pastahane, postahane sözleri kullanımdaki yaygınlık dolayısıyla eczane, hastane, pastane, postane biçiminde yazılmaktadır." Allahtan ki resmi pastanemiz yok, yoksa halimiz dumandı. Daha bitmedi: Yasalarla bitişik yazımı benimsenen İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı'nı da yıllarca yazım kılavuzlarında ve sözlüklerinde "dış işleri" ve "iç işleri" diye ayrı yazan TDK, şimdilik bundan da vazgeçmiş görünüyor.Diyor ki: "Kanunda bitişik geçen veya bitişik olarak tescil ettirilmiş olan kuruluş adları bitişik yazılır: İçişleri, Dışişleri, Genelkurmay, Yükseköğretim."Yıllarca eğitimde bu kargaşanın bitmesi için çırpınıp durduk. Yanlış hesap Bağdat'tan döner dedik. Bir gün bu yapay değişikliklerin tutmayacağından adımız gibi emindik. Resmi ağızdır diye TDK'ye yamanmadık. Çünkü bilimsel olmayana "resmi" de olsa yamanmak insana bir şey kazandırmıyor. Fakat toplumda yarattığı olumsuz izlenimler ve topluma verdiği zararla TDK kendi toplumuna uzaklaştıkça uzaklaştı, toplumun gözündeki saygınlığını ve güvenilirliğini iyice yitirdi. Atatürk'ün, Türkçeyi geliştirsin diye kendi mirasıyla kurup ayakta tuttuğu bu kuruma bu zararı verenler çok rahat edecekler mi bilmiyorum. Tüm olumsuzluklarına karşın TDK'nin olumlu bir çizgiye kaymasında TDK Başkanı Sayın Şükrü Halûk Akalın'ın büyük bir emeğinin olduğunu düşünüyoruz.Umarız ki TDK, bundan sonra atacağı her adımda biraz daha bilimsel yaklaşır ve dilseverlerle omuz omuza yürür. TDK'nin duygusal davranmak gibi bir hakkı olamaz. Yaptığı bu tip hataların nelere mal olduğunu görmüştür umarız. Dil dilcilerle, eğitim eğitimcilerle yürür; lafla peynir gemisi yürümez.Görüldüğü gibi, TDK'nin yazım anlayışı için "yeni" dediysek, bu anlayış o kadar da yeni değil toplumda. Toplumun on yıllardır izlediği yazım anlayışı buydu zaten. TDK'nin yeni fark ettiği toplum gerçeğidir bu belki. Umarız ki topluma öncülük edeceği günleri de görürüz kurumun. Olur mu dersiniz? Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 03.05.2007 09:29:0

TDK’NİN GÜNCEL SÖZLÜK’ÜNDE BİLEŞİK EYLEM VE TÜRKÇE ÖĞRETİMİMİZ

Bileşik eylemler konusu daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz gibi öğretim yayınlarında, TDK’nin hazırladığı sözlüklerde ve öğretmenlerimizin bakışında hep yanlışlarla ve eksiklerle öğrenciye sunulmaktadır. Bu yazımızda, Türk Dil Kurumu’nun hazırladığı ve elektronik ortamda okuyucuların hizmetine sunduğu Güncel Türkçe Sözlük’te yaptığımız taramada yer verdiği ve yer vermediğini belirlediğimiz “yarı kaynaşmış bileşik” (!) ve deyimleşmiş “bileşik “ (!) eylemlere, bunların Türkçedeki kullanımlarına yer vereceğiz. Öncelikle şunu belirtelim ki daha ayrıntılı bir çalışma yapılırsa, sözlükte pek çok eksiğin daha ortaya çıkacağı görülecektir. aşağıda sunacağımız eylem örnekleri ve bunların cümledeki kullanımları, bunların “bileşik” olup olmadıklarını bize gösterecektir.TDK’nin Güncel Sözlük’ünde önce “bileşik eylem’in tanımına bakalım: “İsim soyundan bir kelime ile biçim veya anlam bakımından kaynaşıp bütünleşen fiil: kaybolmak, reddetmek, hasta olmak, tedavi etmek gibi” Bileşik eylemin tanımını bu şekilde alırsanız, bu kez “anlatabilmek, gülüvermek, bakakalmak, düşeyazmak, olagelmek.” Gibi pek çok kurallı bileşik eylemi peşin olarak yok saymış olursunuz. Oysa klasik dil öğretiminde bileşik eylemler üç grupta toplanır:1) Yardımcı eylemle oluşanlar, 2)kurallı bileşik eylemler, 3)deyimleşmiş bileşik fiiller ve bunlara bağlı olarak kimin ortaya attığı belli olmayan “yarı kaynaşmış birleşik fiil”ler.Sözü uzatmadan “Yarı kaynaşmış bileşik fiillere geçelim. Şimdi lütfen ilgililer cevap verebilir mi bize, acaba klasik mantıkla aşağıdaki örnek cümleleri öğelerine ayırabilirler mi? Ayırmayacaklarını iddia ediyoruz ve diyoruz ki gelin bu tür eylemlerle ilgili yaydığınız yanlıştan dönün. Türkçeyi kendi doğru mantığıyla gençlere ve çocuklarımıza öğretelim. Aşağıdaki cümlelerin hiçbirinde bileşik eylem yoktur iddiamızı üstüne basa basa yineliyoruz. Tersini kanıtlayabilen varsa cevap bekliyoruz. Dilden ve milli eğitimden sorumlu kurum ve kuruluş yöneticilerinden de bu konuda ayrıntılı bir yanıt bekliyoruz:karar vermek :*İzmir’e yerleşmeye karar vermiştik.*Ankara’ya gitme kararını çoktan vermiştim.*Yaşantımla ilgili çok önemli ve isabetli bir karar verdim.*Böyle bir kararı her zaman , herkes verebilir.haber vermek: * Bir çocuk oradakilere haber vermişti.*Bir çocuk, oradakilere bu güzel haberi vermişti.*Bir çocuk, bize bu haberi vermişti.*Bir çocuk, bize bu güzel haberi vermişti.*Bir çocuk, bu güzel haberi bize ve oradakilere vermişti.önem vermek :*Her konuya önem veriyoruz.*Her konuya büyük bir önem veriyoruz.*Konulara gereken önemi her zaman vermeliyiz.selam vermek :*Adam içeri girdiğinde kimseye selam vermedi.*Adam içeri girdiğinde önce selamını verdi, sonra sohbete başladı.*Adam, içeri girip önce Allah’ın selamını vermeli .*Adam, önce içeri girip esaslı bir selam vermeli.imkân vermek :*Şartlar buna imkan vermiyor.*Koşullar bize bu imkanları hiç vermedi.*Koşullarımız bu kadar geniş imkanları bize hiç vermedi.yer vermek :* Kalbimizde kötülüklere yer vermemeliyiz.*Kalbimizde sevgilere en güzel yeri vermeliyiz.*Yazılarında köylü sorunlarına yer verir.*Edebiyat tarihleri, bu yazarımıza geniş yer verir.*Bütün tarih kitapları, liderlere tarih sayfalarında en seçkin yerleri verir.*Edebiyat tarihi, Orhan Veli’ye hak ettiği yeri vermiştir.cevap vermek:*Yazar, oturduğu yerden konuşmacıya cevap verdi.*Bu sözden sonra konuşmacıya gereken cevabı ben vermeliydim.*Bu sırada en güzel cevabı bize o vermişti.*Konuşmacılardan biri, sahtekara gayet net ve açık bir cevap vermişti.*Hasta, verilen ilaçlara cevap veriyordu.*Zayıf bir bünye, tüm tedavi yöntemleri uygulanmasına rağmen doktorun istediği cevabı vermeyebilir.*Şimdilik kazandığımız para, ihtiyaçlara cevap veriyor.*Şimdilik kazandığımız para, ihtiyaçlarımıza istenen cevabı verebiliyor.*Şimdilik kazandığımız para, temel ihtiyaçlara gerekli cevabı fazlasıyla veriyor.izlenim vermek:*Bu adam iyi bir izlenim vermiyor.*İyi bir insan olduğunuz izlenimini bize çok önceden vermiştiniz.*Bu izlenimi size kim verdi?*Böyle bir izlenimi size vermişsem, sizden özür dilerim.*“Görevlilerin edalı ve dıbır dıbır yürüyüşleri bir geçit töreni izlenimini verir.” -Salah Birselgüven vermek :*Onun bu tavırları bize güven vermiyor.*Size bu güveni mutlaka vereceğim.*O, her eylemiyle size bu güveni kesinlikle verir.*Bize her davranışınızla bu sonsuz güveni veriyorsunuz.ödül vermek :* Derneğimiz genç sanatçılara her yıl ödül verir.*Jüri, Nobel ödülünü bu yıl Yaşar Kemal’e verir mi?*Çalışmalarından dolayı bu büyük tatil ödülünü sana vereceğim.taviz vermek :*Yenenler, yenilen devletlere hiçbir taviz vermeyecektir.*Bu kadar tavizi onlara vermemeliydik.*Bu tavizi onlara neden veriyoruz, anlamıyorum.*Görüşmelerde patron, işçilere umulmadık büyük ve önemli tavizler verdi.rapor vermek :*Genel müdüre eskiden oldukça renkli, bin bir çeşit rapor verilirdi.*İlk günkü çalışmanın hemen ardından yönetim kuruluna rapor verdim.*Çalışmalarımın sonucu olarak hazırladığım raporu yönetim kuruluna verdim.*Adam, her akşam eve gidince hanımına günlük rapor verirdi.*Kılıbıklar, her gün akşam saatlerinde eşlerine o günün raporunu düzenli olarak verir.bıkkınlık vermek : *Bu davranışlar artık herkese bıkkınlık vermişti.*Aynı davranışlar bir evde yıllarca sürerse herkese aynı bıkkınlığı verir .*O zamanlar, bana bu tavırların çekilmez ve anlaşılmaz bir bıkkınlık vermişti.ceza vermek :*Gasptan dolayı adama 6 yıl ceza vermişlerdi*Ben adama cezasını veririm.*Böyle bir hatasından dolayı, ona unutamayacağı bu büyük cezayı vermiştik.*Allah cezanı verecek.*Bu ceza, pasta çalan bir çocuğa verilir mi?*Okuldan kaçan bir çocuğa böylesine ağır ve acımasız, böyle bir ceza verilir mi?söz vermek :*Adama o gün söz vermiştim.*Size bu sözü yıllar önce vermiştim.*Babam, bana bu sözü Avrupa turuna çıkmadan önce vermişti.*Siyasetçiler tarafından bir zamanlar Konyalılara “deniz” sözü verilmişti.*Seçim dönemlerinde vatandaşa hiç olmayacak sözler verilir.*Bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bu sözü size kim verdi?sıkıntı vermek :*Bu tekdüze hayat , bana ve herkese sıkıntı veriyor.*Bu sıkıntıyı insana elbette bugünkü koşullar veriyor .*Bana evliliğimiz boyunca bunca sıkıntıyı sen verdin tabii ki.korku vermek :*Bilmezler yalnız yaşamayanlar, nasıl korku verir sessizlik insana.-Orhan Veli*“Etteki sır ona korku veriyordu.” – Y.K.Karaosmanoğlu*O geceki olay tekrar yaşansa insana aynı korkuyu verir.*Deprem bu inanılmaz korkuyu vermez mi insana sence?(her şeye) baş sallamak :*söylenen her söze baş sallıyorsun.*Adam söylenen her söze başını sallıyor.hayal kurmak :*Yıllarca beraber hayal kurduk.*Yıllarca bunun hayalini kurmuştuk.*Üniversite hayalini ilkokuldan beri kafamda kuruyorum.*Mutlu bir evlilik için birbirinden güzel hayaller kurdum.*Ünlü olmanın o erişilmez güzel hayallerini daha o yıllarda kuruyordum.düş kurmak :*Dün gece kendimce bir düş kurdum.*İnsan ulaşamadığı şeylerin düşünü kurar.*Gelecek düşlerini o yıllarda beynimizde kurmuştuk.tuzak kurmak :*Zavallıya o gün tuzak kurmuşlar.*Ona bu haince tuzağı sen kurdun.*Ona bu sınıfta kalma tuzağını kimler hazırlayabilir ki?*Fatih Terim, ofsayt tuzağını rakibine maçtan önce büyük bir ustalıkla kurmuştu.*Böyle bir tuzağı bana ancak o alçak adam kurabilirdi.*Polis, hırsıza o evinin önünde tuzak kurmuştu.*Polisler, tuzağı saatler önceden olay yerinde kurmuştu.*Fareyi yakalamak için yaşlı kadın , bin bir güçlükle tuzağı kapının dibine kurmuştu.*Kuş avında eskiden türlü türlü tuzaklar kurardık.ilişki kurmak :*İki olay arasında nasıl bir ilişki kurulabilir?*Bu olayların birbiriyle ilişkisini şöyle kurabiliriz.*Yazar, birbirinden kopuk olan olayların ilişkisini romanın sonunda ustalıkla kuruyor.*Adam, tüm ısrarlara rağmen kimseyle ilişki kurmuyorduköprü kurmak :*Köyün girişine köprü kurulacakmış.*Bu iki olay arasında köprü kurulabilir mi?*Çocuk, çevikçe bir hareketle kıvrılıp köprü kurdu.*Köyün girişine köprüyü mutlaka kuracağız.*Bu köprüyü yıkıp yerine yerine daha iyisini kuracağız.*Bu iki olay arasında gerçekten hoş bir köprü kurulabilir.*Senarist, filmde olaylar arasındaki köprüyü büyük bir ustalıkla kuruyor.*Çocuk, çevikçe kıvrılıp köprüyü ustalıkla kurmuştu.sıkıntı çekmek :*Çocukluk yıllarında sıkıntı çekmişti.*Bunca sıkıntıyı ben çekemem.*O zamanlar savaş nedeniyle hepimiz büyük ve unutulmaz sıkıntılar çekmiştik.*Yazar da şair de yazarken inanılmaz sıkıntılar çeker.*Bunca sıkıntıyı sırf senin için çektim.uyku çekmek :· *Ben çalışırken sen uyku çekiyordun.*Biz çalışırken siz derin uykular çekiyordunuz.*Onca uykuyu boşuna çektik galiba, hala uykulu gibiyiz.soru sormak :*Ben şimdi size soru soracağım.*Şimdi size bir soru soracağım.*Şimdi size güzel bir soru soracağım.*Şimdi size en önemli soruyu soracağım.*Bu önemli soruyu şimdi size de soracağım.ilgi görmek : *Bu konular ilgi görmüyor artık.*Bu konular, hak ettiği ilgiyi görmüyor artık.*Bu konular, hak ettiği ilgiyi hiçbir zaman ve hiçbir yerde görmüyor.*Yazar en büyük ilgiyi doğup büyüdüğü köyde görmüştü.*Bir gün benim yazdıklarım da aynı ilgiyi sanat ve bilim dünyasında görecektir.ilgi göstermek :*Okurlar, günümüzde sanata ilgi göstermiyor.*Futbolculara gittikleri her yerde büyük bir ilgi gösteriliyor.*Böylesine büyük bir ilgiyi mankenlere podyumlarda da gösteriyor insanlar.*Delikanlı, zamanı gelince kız arkadaşına ilgisini açıkça gösterecekti.*Bu tür kitaplara hayatta ilgi göstermem.sefa sürmek :· *Bence insan emekli olunca sefa sürmeli.*Biz kazandıkça çocuklarımız da sefasını sürer.*Biz cefayı çekelim, siz de sefasını sürün.*Onca rahatlık ve bolluğun sefasını biz ne zaman süreceğiz?iz sürmek :*Polis, soygundan sonra iz sürer.*Polis, soyguncularını izini sürüyor.*Kayıp oğlumun izini yıllarca sürdüm.*Karda at izlerini bıkmadan saatlerce sürdüm.(bir işte) yer almak :*Bu filmde 300 sanatçı yer alıyor.*Bu büyük sanatçı, çok geniş kadrolu bu filmdeki yerini en üst sıralarda aldı.*Nazım Hikmet, edebiyat tarihimizin altın sayfalarında asıl yerini almıştır.*Pek çok sanatçı, edebiyat tarihinde hak ettiği yeri alamamıştır.*En kısa sürede sen de yüreğimizde seçkin yerini alacaksın.idman yapmak :*Sporcular, haftanın belirli saatlerinde idman yapar.*Onca idmanı sahada boşuna yapmışız.*Bu ağır idmanı günde üç kez yapmalısınız.*En ağır idmanları zamanı gelince beraberce yapacağız.ilgi duymak :*Gençler günümüzde bilgisayara ilgi duyuyor.*Eskiden bizim kuşak, okumaya ilgi duyardı.*Bu ilgiyi sana aylarca duydum.*Seyirciler, dizi oyuncularına inanılmaz bir ilgi duyuyor.*Bu ilgiyi resme ve edebiyata karşı her zaman duydum.*Bu ilgiyi bazen futbola, bazen de basketbole duyardık.yakınlık duymak :*İkisi de birbirine yakınlık duyuyorlardı.*Bu iki insan, bu yakınlığı birbirine hep duyuyordu.*Onlar bize inanılmaz bir yakınlık duyuyordu.*Onda bir dost yakınlığı duyuyordum.*Sizinle olan ilişkilerimizde hep insanca ve hoş bir yakınlık duyuyoruz.hasret çekmek :*İstanbul’a gidince Ada’ya hasret çekerdi.*Bunca hasreti sırf senin için çektim.*Sen yanımdan gidince telafisi imkansız olan bir hasret çekiyorum.*Günümüzde insanlar; güzel , huzurlu, mutlu günlerin hasretini çekiyor.çile çekmek :*Ömrüm boyunca çile çektim.*Ömrüm boyunca büyük çileler çektim.*Ömrüm boyunca hep bu tür bir çileyi çektim.*Bu çileyi sadece çocuklarım ve geleceğin güvencesi olan bütün gençler için çektim.*Çilemi Sinop Hapishanesi’nde kalebent olarak çektim.esrar çekmek :*Zavallılar bir köşede esrar çekiyordu.*Adamları üzecek bir şey olunca birkaç kişi bir köşeye geçip esrarı içlerine çekiyorlardı.*Bu ülkede iki tonluk esrarı bir yılda kimler çekiyordu?sigara içmek :*İlk kez 18 yaşındayken sigara içtim.*İlk sigaramı 18 yaşındayken içmiştim.*O soluk renkli ve kabaca sarılmış sigarayı zorlukla içmiştim.*"Sigarasını, sık nefeslerle çabuk çabuk içiyordu."- H. Tanerzahmet vermek :*Bugün size zahmet vereceğiz.*Bu zahmeti size daha önce de vermiştik.*Böyle bir zahmeti bana kim vermişti?tehlike atlatmak :*Arkadaşın ailesi tatile giderken tehlike atlatmış.*Arkadaşın ailesi tatile giderken büyük bir tehlike atlatmış.*Arkadaşını babası, ölüm tehlikesini atlatmış.* Bu ölümcül tehlikeyi bir gün biz de atlatacağız elbette.*Böylesine büyük ve üzücü bir tehlikeyi her insan atlatabilir.tehlike yaşamak (sözü bulunamadı ):*İnsan böyle anlarda tehlike yaşayabilir.*Ben en büyük tehlikeleri de yaşadım zamanında*Böyle önemli bir tehlikeyi yaşadınız mı cidden?tehlikeyi savuşturmak (sözü bulunamadı ): *Bir güvenlik görevlisinin görevi, tehlike savuşturmaktır.*Bu tür bir tehlikeyi bu şekilde savuşturamazsınız.*En büyük tehlikeyi savuşturduk şimdilik. rehavet göstermek (sözü sözlükte bulunamadı):*İnsan yaz ayları gelince rehavet gösterir.*İnsan bu rehaveti yaz geldiğinde hep gösterir.*Bu alışılmadık rehaveti gençler , sınavlar yaklaşınca hep gösteriyordu.tepki vermek (sözü sözlükte bulunamadı):*Hasta, verilen ilaçlara arada bir tepki veriyordu.*Bu tür hastalar, ağrı kesici ilaçlara hep böyle bir tepkiyi verir.*Bu konuşmaya hep aynı tepkiyi veriyorsunuz.özlem duymak (sözü sözlükte bulunamadı):*Gençler, gelecek yarınlara büyük özlem duyuyordu.*Gelecek özlemini hepimiz duyuyorduk o zamanlar.*Bir sevgilinin özlemini kim duymaz ki?*Bir klasik kadar güzel eserlerin özlemini hepimiz duymuyor muyuz?sır saklamak (sözü sözlükte bulunamadı):*Yıllardır sır saklıyorum.*Aşkını bir sır gibi senelerdir saklarım.*Bu önemli devlet sırrını her memur saklar.*Sana ait bütün sırları ölünceye kadar saklayacağım.kuşku uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Bu durum, bende kuşku uyandırıyor*Böylesi hareketler, bende bu kuşkuyu hep uyandırmıştır.*Onun bu tuhaf davranışları bizde ve herkeste hiç olmadık kuşkular uyandırıyor.kaygı uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Ekonomideki olumsuz yansımalar çiftçide, özellikle de memur kesiminde kaygı uyandırıyor.*Ekonomideki olumsuz yansımalar çiftçide, özellikle de memur kesiminde büyük kaygılar uyandırıyor.*Piyasada en büyük kaygıyı ekonomideki olumsuz yansımalar uyandırmaktadır.izlenim uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Bu insanlar bende çok tuhaf izlenimler uyandırıyor.*O izlenimi geçen gün bende nasıl uyandırdınız?*Bu aktör, filmdeki rolüyle seyircilerde kötü bir izlenim uyandırmıştır.*Böylesine kötü bir izlenimi bende kim uyandırabilirdi?şüphe uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Her tuhaf davranış insanda şüphe uyandırır.*Bu tuhaf davranışları bizde zamanla büyük bir şüphe uyandıracaktı.*Böylesine tuhaf bir davranış elbette bizde büyük bir şüpheyi de uyandıracaktı.saygı uyandırmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Onun her hali insanda saygı uyandırır.*Böylesine büyük bir saygıyı bizde nasıl uyandırabilirdi o insan?*Onun amacı insana karşı var olan saygıyı insanlarda uyandırmaktı.saygı duymak (sözü sözlükte bulunamadı):*insan, insana her zaman saygı duymalı.*İnsan, öğretmenine karşı her zaman bu saygıyı duyar mı?*İnsanı secde ettirecek kadar yüce bir saygıyı öğrenciler kaç öğretmenine duyabilir?*Ona her zaman erişilmez bir saygı duyuyorum.kaygı duymak (sözü sözlükte bulunamadı):*Yetkililer depremden kaygı duyuyor.*Vatandaşlar gelişmelerden büyük bir kaygı duyuyor.*Sokaktaki insanlar da aynı kaygıları zaman zaman duyuyordu.*Önümüzde aşılmaz bir duvar gibi yükselen kaygıları gençlik yıllarında hepimiz şiddetle duyuyorduk.şüphe duymak (sözü sözlükte bulunamadı):*Babam, o gün bugün benden şüphe duyuyor.*Ondan, işyerinden erken çıktığı için her zaman büyük şüpheler duyardık.*Bu şüpheyi en yakın dostlarımdan bile duyarım.eziklik duymak (sözü sözlükte bulunamadı):*Hala o günleri hatırladıkça eziklik duyarım.*O günlerin ezikliğini hepimiz hala duyarız. *Okul yıllarını hatırladıkça aynı tuhaf eziklik duyulur.ilgi beklemek (sözü sözlükte bulunamadı):*Her sanatçı eserlerine karşı bir ilgi bekler.*Yaşar Kemal de Aziz Nesin de, diğer sanatçılar gibi okurlarından ilgi beklemiştir.*Ona gösterilen ilginin aynısını sizden bekliyorum.*İmza günümde bu kadar büyük bir ilgiyi doğrusu okuyuculardan beklemiyordum.ilgi çekmek (sözü sözlükte bulunamadı):*Dikkatle okunduğunda, yakın tarihimizdeki pek çok olay ilgi çekecektir.*Yazarın üslubu, kısa sürede büyük bir ilgi çekecektir.*Böylesine büyük bir ilgiyi ancak büyük yazarlar çeker.*Bu yılın modası, sadece gençlerin değil, orta yaş kuşağın da ilgisini çekmiştir.bilgi vermek (sözü sözlükte bulunamadı):*Bu kitap, okurlara “bileşik fiiller”e ilişkin pek çok bilgi vermektedir.*Başbakan, gazetecilere ekonomiye ilişkin bilgiler verecektir.*Onca bilgiyi bize öğretmen verir.*Gerçeği yansıtmayan, insanı yanıltan onca bilgiyi size kim vermiştir?*Bazı öğretmenler bilgiyi öğrencisine vermez ya da veremez.görüntü vermek (sözü sözlükte bulunamadı):*Memleket, ekonomik açıdan insana rahat bir görüntü veriyor.*Bu görüntüyü küçük şirketler de arada vermiştir bize.*Bazı asalaklar, toplumda yer edinmek için kendilerine şirin insan görüntüsü verir.prim vermek (sözü sözlükte bulunamadı)*Hagi, futbolcularına antrenmanlarda fazla prim veriyor, geç gelenlere göz yumuyor.*Öğrencilere onca primi ödevlerini yapmadıklarında da verecek miyiz?taviz koparmak (sözü sözlükte bulunamadı):*İşçiler, görüşmelerde patrondan büyük taviz kopardılar.*Biz, Avrupalılarla görüşmelerimizde büyük bir taviz koparabilir miyiz?*Bütün bu tavizleri o ülkelerden en son görüşmelerde koparmıştık.taviz istemek (sözü sözlükte bulunamadı):*Şimdi gelen giden bizden taviz istiyor.*Bu tavizleri bizden niçin istiyorlar?*Büyük devletler, bizden büyük tavizler istiyordu o dönemde.Sır vermek (sözü sözlükte bulunamadı):*Sana güvendiğim için sır verebilir miyim?*Bütün sırlarıma ona vermiştim bir anda.*Günü gelince sırlarınızı güvendiklerinize siz de verirsiniz elbet.*Dostlara zamanla sırlar verilir birer birer.beyanat vermek (sözü sözlükte bulunamadı ):*Basın sözcüsü, gazeteye şöyle bir beyanat veriyor.*Bu talihsiz beyanatı basına siz mi verdiniz?*Başbakan, bugün gazetecilere beyanat verdi.*Önce samimiyet kurulur, ardından gazetelere boy boy ve ilginç beyanatlar verilirdi.bağ kurmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Şimdi bu olaylar arasında bağ kuralım.*Bu iki olay arasında nasıl bir bağ kurabilirsiniz?*Olaylar arasındaki bağı emniyet güçleri , esaslı bir araştırmadan sonra kurabilir.*İnsanlar arasında güçlü ve kopması imkansız bir bağ kurulacaktır.*Bir arada yaşayan bu insanlar arasında ömür boyu süren, kardeşçe bağlar kurulacaktı.*İnsanlar arasında zamanla çok sıcak bağlar kurulur.acı çekmek (sözü bulunamadı)*Ne yalnızlıklar yaşadımNe acılar çektim yokluğunda ben!*Bu büyük acıyı her insan çekemez.*Böyle acılar, yalnız büyük insanlarca çekilir.*Yalnızlığın dayanılmaz acısını akşam saatlerinde çeker insan.bağıntı kurmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Birbirinden bağımsız gibi duran bu olaylar arasında bağıntı kuralım mı?*Birbirinden bağımsız gibi duran bu olaylar arasında güçlü bağıntılar kurulabilir.*Olaylar arasındaki bağıntıyı her koşulda kurabilir mi insan?ilgi kurmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Bu iki yazı arasında ilgi kurmalıyız.*Bizimkiler, olaylar arasındaki ilgiyi hep sağlam kurarlar.*İlgiyi kurmaya çalıştım; ama ilgi kurmayı beceremedim.temas kurmak (sözü sözlükte bulunamadı):*İki ülke arasında ilk temas bu yıllarda kurulmuştur.*Önce temasınızı kuracak, sonra insanlarla dostluğunuzu geliştireceksiniz.*Uluslararası görüşmelerde sağlam ve temeli sarsılmaz temaslar kurmalıyız.tepki göstermek (sözü sözlükte bulunamadı):*Adam, bu habere önce tepki gösterdi.*Böyle bir durumda ilk tepkiyi ben gösteririm.*En büyük tepkiyi önce onlar bize gösterdi.*Kimsesiz çocuklar, verilen yemeklere her gün aynı tepkiyi gösteriyordu.*Vücut, direnç düşünce ilaçlara tepki göstermiyor.*Hastaların vücudu, bu tür ilaçlara hep benzer tepkileri gösteriyor.ödül kazanmak (sözü sözlükte bulunamadı):*Dostoyevski bugün yaşasaydı birçok ödül kazanırdı.*Aynı ödülü başka sanatçılar da kazanmıştır.*Bu ödülleri hep şairler mi kazanır?*Gecenin en büyük ödülünü bu yılın unutulmaz sanatçısı kazandı.Yaşam sürdürmek,yaşam sürmek (sözleri sözlükte bulunamadı):*Lale Devri'nde yöneticiler renkli bir yaşam sürüyordu.*O eğlenceli ve renkli yaşamı bu dönemde yaşayan herkes sürmüştür.hayat sürmek (sözü sözlükte bulunamadı):*insanlar zevkli bir hayat sürüyor.*Böylesine renkli bir hayat sürüyordu İstanbul’da.onay vermek (sözü sözlükte bulunamadı):*Müdür, tayin için bir türlü onay vermiyordu.*En sonunda onayı ben vermeliydim*Bu onayı ölsen de kalsan da sana vermeyeceğim.zorluk çekmek (sözü bulunamadı):*Onu tanımakta bazen zorluk çekiyorum.*Bu zorlukları zaman zaman hepimiz çekiyoruz.*Öğrenciler, fiili filimsiden ayırma zorluğunu hep çekiyor....... Örnekler uzar gider. Şimdi yüksek sesle soruyoruz tekrar: Bu cümlelerde geçen eylemler ve benzerleri, cümleler öğelerine ayrılırken bileşik mi alınacaktır? Bunun cevabını yetkili ağızlardan duymak istiyoruz ve bunun okullara, özel öğretim kurumlarına ve tüm yayınevlerine resmi bir ağızdan bir tebliğle duyrulmasını istiyoruz. Hala bu konuda aydınlanmayı bekleyen o kadar çok kişi var ki bu ülkede ne yazık ki! Yazımız çok uzamasın diye, deyimleşmiş bileşik fiil örneklerine burada yer vermedik. Aynı şey onların birçoğu için de geçerli. Bizden bu konuda örnek istenirse yüzlerce örnek gönderebiliriz. Sayın yetkililer buyrun göreve! Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 03.05.2007 09:26:00

TARİH YALAN SÖYLÜYOR

Eğitim-öğretim kurumlarında “tarih bilimi” diye genç beyinlere öğretilen ve okullarda tarih dersi adı altında okutulan derslerde verilen bilgiler,insanoğlunun tarihsel gerçeğini yansıtıyor mu gerçekten? Küçük yaşlarda tümüyle doğruymuş gibi gördüğümüz olaylar, bunların nedenleri ve sonuçları, yaşanan “tarih” gerçeğiyle yüzleşince tuz buz oluyor elbette. İnsan, bunlardaki bilinçli yanlılığı, abartmaları zamanla görebiliyor. Dünyanın neresinde olursa olsun öncelikle “devlet” ve “resmi ideoloji” gerçeği vardır bu gerçek, tarihin nesnelliğini ortadan kaldırmak için yeterlidir. Çünkü her devlet, kendi varlığını sürdürebilmek için kendi varlığını sürdürecek “haklı(!)” nedenlerle tarihe kendi damgasını vuracaktır. Bu gerçek, tarihin üzerinde daima bir sis perdesi olarak kendini gösterecektir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde yazılmış olan pek çok tarih kitabı vardır ve bunlar Divan edebiyatı anlatılırken de Divan nesir örnekleri olarak öğrenciye aktarılmakta, Osmanlı tarihi anlatılırken de o dönemleri aydınlatan en önemli belgeler olarak kullanılmaktadır. Şimdi bunlar üzerinde tarafsız bir yorum yapmak istersek; Bu tarih kitaplarını yazan kişilerin ezici bir çoğunluğunun “vakanüvis” (padişahın birer memuru olarak çalışan olay yazarı) olduğu bilinmektedir. Bunların savaşlarda genellikle padişahın yakınında bulunan ve çoğunlukla, olayları yaşandığı anda not eden insanlardır.Örneğin bunların yazdıkları tarihlerde padişahların savaşlardaki hatalarını, yanlışlarını açıkça ve tarafsızca belirtme şansları var mıdır? Doğal olarak padişahın gönlünü okşayacak şeyler yazması ve hiç olmazsa, padişahın aleyhine hiçbir ifadeye yönelmemesi beklenir. Böyle bir yazıda nesnellik beklenebilir mi? Nihat Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı Tarihi adlı yapıtında “Tarih-i Ebu’l Feth”in yazarı Dursun Bey hakkında verdiği bilgilere bakalım:”Dursun Bey, ordu içinde yetişen bir ilim ve sanat adamıydı. Bursa’da veya Bursa çevresinde bir yerde doğmuştu. İstanbul fethinde, şehrin surlarına bugünkü Cibali Kapısı’ndan hücum ederek şehre bu kapıdan girdiği ve karargahını bu semtte kurduğu bilinen, Bursa subaşısı Cebe Ali Bey’in yeğeni idi.” Banarlı’nın Dursun Bey’in tarih kitabıyla ilgili değerlendirmesi daha da dikkat çekicidir: “ Bu eser, yazarının, bizzat içinde bulunduğu vakaları (1442-1448’e kadarki 46 yıllık Osmanlı tarihini) anlatır. (…) yazar, bilhassa maddi ve manevi kudretinin HAYRANI olduğu Fatih Sultan Mehmet’in seferlerini ve zaferlerini anlatırken çok samimi ve adeta HEYECAN DUYARAK ANLATTIĞI halde ifadede söze güzellik ve azamet verdiğini zannettiği külfetli üsluptan uzaklaşamamıştır.” (Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.1, sayfa 497-498 MEB Yayınevi, 1987) Dursun Bey’in “heyecan ve hayranlık”la yazdığı tarih kitabında ne kadar nesnellik aranabilir? Aşık Paşazade Tarihi, Cevdet Paşa Tarihi, Oruç Bey Tarihi ya da Tevarih-i Al-i Osman’da bu tür anlayışlar egemenken bu eserler insanlık tarihini ne kadar gerçeğe uygun anlatabilir? Şimdi olaya tersinden bakalım: Fatih Sultan Mehmet’le savaşan bir ülkenin tarih kitaplarında aynı olaya bakışı acaba bizim tarih kitaplarımızın bakışıyla benzeşir mi? Elbette benzeşmeyecektir. Hatta bizim olaya bakışımızdan çok farklı bir açıdan ve yalnızca kendilerine yontacak şekilde olayı süsledikleri açıktır. O zaman tarih biliminin “nesnel”liği nerede kalıyor ve onu nasıl “bilim” diye insanlara yutturuyoruz? Bilimin en önemli ilkelerinden biri de “evrensellik”tir. Peki, aynı olay hakkında farklı ve birbiriyle çelişen iki farklı bakış varsa bu anlatım mantığı nasıl “evrensellik” taşıyabilir? Osmanlı Tarihi üzerinde örneklendirdiğimiz bu tezimizin yalnızca Osmanlı tarihiyle ilgili olduğu sanılmamalıdır. Bütün tarih kitapları ve bütün ülkeler için geçerli bir tezdir bu. Örneğin bugün gözümüzün önünde yaşanan, Amerika’nın Irak’ı haksız işgali var. Birleşmiş Milletler’i yalanlarla yanıltarak ve kendi saldırgan gücünü dayatarak Amerika, Irak’ı emperyalist amaçları uğruna işgal etmiştir. Amerika açısından bunun adı “Irak’a demokrasi götürme” operasyonudur. Hatta Bush çılgınına sorarsanız, “Bush, Allah adına insanlığın yeryüzü kurtarıcısıdır.” Bunu dünya basını önünde utanmadan açıkça da ifade etmiş, kendisine “vahiy” geldiğini söyleyecek kadar da ileri gitmiştir. Amerika’nın Irak’a götürdüğü “demokrasi”, bugün Irak’ta kanla yazılmakta, her gün 80-100 kişinin canına mal olmaktadır. Amerika, bu rezilliğini ve insanlık dışı uygulamalarını itiraf etmek zorunda kalmıştır. Fakat emin olunuz ki bütün bu olaylar, ilerde Amerika’nın tarih kitaplarında ya “masum birer hata” olarak geçiştirilecek ya da Conilerin "kahramanlık" masalı olarak aktarılacaktır. Aynı olaylar, Irak tarih kitaplarında ve okullarda nasıl anlatılacak siz düşünün. Şimdi insanlığın tarihsel gerçeği hangi kitaplarda yansır sizce? Amerika’nın yazdıracağı resmi tarih kitaplarında mı yoksa Irak devletinin okullarda okutacağı tarih kitaplarında mı? Amerika’nın Vietnam işgali, İsrail-Arap Savaşları, Türk_-Yunan Savaşları, Kıbrıs Çıkarması ve binlerce olayda aynı farklı bakış söz konusu değil mi? Hatırlayalım, Rahmetli Turgut Özal döneminde Türk Dışişleri Bakanı ile Yunan Dışişleri Bakanı (sanırım o dönemin Dışişleri Bakanı Mesut Yılmaz'dı) bir araya gelip her iki ulusun tarih kitaplarındaki kimi abartmaları; tarihe ve bilime aykırı olup tarih kitaplarında yer alan kimi yanlışları ortak bir kurul oluşturarak düzeltme kararı almış ve bu olay basının gündeminde uzun süre tartışılmıştı. Türkiye ile Yunanistan diplomasisinin bahar mevsimini yaşadığı dönemleri herkes hatırlar. Eğer iki ülkenin Dışişleri bakanlıkları düzeyinde bu konular gündeme gelmişse, tarihi anlatımda izlenen yolda hatalar olduğu resmen ilan edilmiş demektir. Ama bu, tek yanlı bir eksiklik ya da bir kabahat değildir. Yani Türkiye'yi suçlamak için kullanılabilecek bir olgu değildir ve olmamalıdır. Çünkü bütün ulusların ve ülkelerin tarihinde aynı yanlışlar, çarpıtmalar ve abartmalar vardır. Bir savaş çıkıyorsa tarihte bunun elbette bir başlatıcısı ve asıl sebebi vardır. Fakat savaşa katılan uluslardan hangisi kendi tarihini yazarken "Biz suçluyuz, hatalıyız." diyor ki? Herkes kendine yontarak kendi milletini aldatıyor. Örneğin, Pelopennes Savaşı -yanılmıyorsam- Atinalılarla Spartalılar arasında mö 5-4. yy'da ortaya çıktığında, dünyaca ünlü komedya şairi Aristophanes, Barış adlı oyununu yazıp devlet yöneticilerini vatan hainliğiyle suçlayacak, kendilerinin Spartalılarla on yıllarca kardeşçe yaşadıklarını ve aralarında hiçbir sorun olmadığını söyleyecektir. Bu savaşın, yalnızca devleti yönetenlerin kişisel çıkarlarını "ulusal çıkar" diye yutturarak insanları savaşa ve ölüme sürüklemelerinden kaynaklandığını ileri sürer. Tiyatro tarihi okuyanlar iyi bilir bunu. Çünkü tarihte bilinen ilk tiyatro sansürü Barış adlı oyuna uygulanmış ve bir iddiaya göre bu olay, antik Yunan tiyatrosunun sonunu hazırlamıştır. Şimdiki Yunan tarihi, acaba bu olayı açıklarken "Suçlu bizdik." der mi? Sanmıyorum. Çünkü o tarih kitaplarında o dönemin ünlü sanatçısı olan Aristophanes'in değil, devlet yöneticilerinin görüşü egemendir. Bu nedenle resmi tarihler yalanlarla örülüdür. Bu yönüyle tarih, bir ninni, bir masal değil mi sizce de? “Uyu yavrum ninni, avutayım seni…” Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 13.03.2007 23:40:00

LATİNCE KİMİ YENİ SÖZCÜKLERİN YAZIM SORUNU

Türkçe için son yıllar, yazım açısından kara yıllar olarak tarihe geçecek gibi görünüyor. Türk dilini korumakla görevli kurum ve şahıslar, üzülerek belirtmeliyim ki görevlerini yerine getirme konusunda sınıfta kalmış görünüyor. Özellikle bilim ve teknoloji çağına ayak uydurmaya çalıştığımız şu günlerde dilin, çağın gereklerine uygun işletilmesi bir yana itilmiş, var olan yerleşmiş yazım kurallarıyla oynanmış, dildeki karışıklıklar çözülecekken yeni karışıklıklar Türk Dil Kurumu eliyle yaratılmıştır. Bir yandan da teknolojinin ürünü yeni sözcükler, dilimize gelip tamamen yabancı giysileriyle Türkçenin göbeğinde yer almıştır. Bu duruma seyirci kalan Türk Dil Kurumu'nun başındakiler bile onları bu durumlarıyla kabullenmiş görünmekte, onlara geç kalmışlığın telaşıyla hiç olmadık karşılıklar önermeye çalışmakta; ama önerdiği hiçbir karşılığı dilimize yerleştirmede başarılı olamamaktadır. Türk Dil Kurumu'nun etkili ve yetkili isimlerinden Prof. Dr. Hamza Zülfikar TDK'nin resmi sitesinde kendisine ayrılan "Doğru Yazalım Doğru Konuşalım" köşesinde bu yenilgiyi kabul eden örnekler sergilemektedir. Örneğin söz konusu köşesinde Sayın Zülfikar diyor ki: "Türk Dil Kurumunun yabancı kelimelere karşılıklar bulmakla görevli kurulu, dilimize bilgisayar terimi olarak giren İngilizce kökenli CHAT kelimesine karşılık olarak sohbet, yarenlik, hoşbeş, gevezelik kelimelerini göstermiş, gerektiğinde bunların sohbet etmek, yarenlik etmek, hoşbeş etmek, gevezelik etmek biçimlerinde kullanılabileceğini önermişti" Oldu mu Sayın Zülfikar şimdi? İngilizceden dilimize geçen "chat" diye yazdığınız doğrusu ÇET olan sözcüğün türkçe karşılığı olarak "gevezelik" midir? Yani sanal söyleşiler gevezelikten ibaret midir? Bir de şu var: Latince tür adlarını -terim de olsa- yazım geleneğimizde "chat" diye mi yazıyoruz? Latinceden dilimize giren bu tür sözcüklere bir bakıp da örnekseme yoluna gidip yazamaz mıydınız? Örneğin dilimize benzer dillerden giren "kompozisyon, iskele, kontrol, elektrik, amip, amatör, coğrafya, ansiklopedi,anten, antika" gibi pek çok sözcük, size yol göstermez miydi? Yani günümüzde yaygın olarak kullanılan "nick", "chat", "mail" sözcüklerine boyun mu eğiyorsunuz? Tamam onlara karşılık bulmakta geç kaldınız, bunu anladık;ama benim anlayamadığım şey, neden bunları hala özgün biçimleriyle kullanıp ikinci bir yanlış yapıyorsunuz? Bunlar söylendiği gibi yazılır Sayın Zülfikar. İsterseniz bir daha düşünün bu konu üzerinde. Ne dersiniz? Şimdi diyeceksiniz ki bunlar "terim"dir. Doğrudur terim; peki "enflasyon" sözcüğü nedir, terim değil mi? Onu neden "inflation" biçiminde yazmıyorsunuz? "jeoloji", "jinekolog", jinekoloji", "kabotaj..." Daha sayayım mı?Türk Dil Kurumu'nun yönetim kadrosunda görev alanlar dili böyle kullanırsa sade vatandaş ne yapmalı peki söyler misiniz? Lütfen Sayın Zülfikar daha dikkatli olur musunuz? Bundan birkaç yıl önce değindiğiniz "yan cümlecik" ve "bileşik cümle" konusuna başka bir yazımda ayrıca değinmeyi özellikle istiyorum. Umarım dile karşı sorumlu olanlar, bundan sonra dile karşı daha duyarlı davranırlar. Olumlu atılan her adımda yanınızda olduğumu bilmenizi isterim. Ama olumsuz bir şey olursa da üzgünüm ki karşınızda olacağım. Çünkü Türkçenin yapısına ve mantığına uygun çözümler istiyoruz. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 03.05.2007 09:14:00

DİL ANLAYIŞIMIZDAKİ CİDDİ SIKINTILAR

Tanzimat'tan beri, hatta daha önceki dönemlerden beri Türk aydını dil konusunda şaşkın ördek gibidir. Bir yandan kendi dilinin derdine düşmüş, bir yandan da Arapça ve Farsçadan aldığı binlerce sözcüğe kendi dilinin öğeleri gibi bakma çelişkisini yaşamıştır. "Biz bunları Türkçeleştirdik." gibi basit ve mantıkdışı bir yol izleyerek bir tür savunma mekanizması geliştirmiştir. Kendi dilini işleyemediği ve onu geliştiremediği için duyduğu ezikliği bu yoldan kapatmaya çalışmıştır. Fakat dillerin zenginliği konusu açıldığında da aynı açıklarını övünç kaynağı saymıştır. Bugünkü aydınlarımızda bu anlamda değişen bir şey yok aslında.Türk Dil Kurumu'nun son yıllardaki çalışmalarına baktığımızda bunları düşünmemek olanaksız diye düşünüyor insan. Sanal ortamda dil sevdalılarına sundukları sözlük anlayışı, aslında bu söylediklerimizi destekler niteliktedir. Bu kurumda söz sahibi olan pek çok insanın dil konusunda ne kadar yetersiz olduklarını da gözler önüne sermektedir.Eski bir yazımda eleştirdiğim "chat" sözcüğünü önce özgün biçimiyle "chat" diye yazıp sonra "çet" diye değiştiren, daha sonra da her ikisini sözlükten kaldırıp başka bir maddeye gönderme yapıp "söyleşi,sohbet,yarenlik,gevezelik etmek" biçiminde açıklamak ancak bugünkü TDK'nin sağlayabileceği bir başarıdır. Bu sözcük halk arasında "chat" biçiminde yerleştikten yıllar sonra ayıkmak ve bu sözcüğün doğru yazım biçimini tam olarak kestirememek ancak bizdeki TDK gibi bir kurumun yeteneği olabilirdi. Aylar önce TDK Başkanı Sayın Ş.Halûk Akalın'ın ısrarla belirttiği: "Yoksullaştırılan dilimizi zenginleştireceğiz." yollu açıklamalarının neler getireceğini merakla beklerken bir de baktık ki birçok ad tamlaması ve sıfat tamlamasını madde başı yaparak dilimize katkıda(!) bulunmuşlar. Bir ilkokul öğrencisine bu görevi verselerdi Türkçeye onlardan daha fazla katkıda bulunurdu aslında. Çünkü sözlükte Türkçedeki bütün ad tamlamalarını ve sıfat tamlamalarını toparlayamamışlar. Bu mudur dile katkınız sayın dil uzmanları?Eski birkaç yazımda eleştirdiğim ve yine TDK sözlüğünde "bileşik eylem" gibi gösterilen "yol almak, cevap vermek,soru sormak, önem vermek, bilgi vermek..." sözcükleri de Türkçeyi yapay yoldan geliştirmenin bir başka örneğidir. Adamakıllı oturup Türkçenin asıl sıkıntılarına çözüm bulacaklarına yapay yollar keşfederek günü kurtarmak Türkçeye katkı mıdır? Türkçenin onca yazım sorunu, okul kitaplarında defalarca dile getirilen onca çelişki varken bunlarla uğraşmak ancak çelişkilere bir yenisini ekler.TDK'nin Türkçe Sözlük'ünde maddebaşı yer alan "açık hava sineması, adres defteri, bira bardağı, Arap alfabesi, oy sandığı..." gibi son derece komik ve bilimdışı örneklerle sözlük hazırlanmayacağı açıktır. örneğin "oy sandığı" tamalamsının yanına "çeyiz sandığı, eşya sandığı, portakal sandığı, mandalina sandığı, muz sandığı, elma sandığı, armut sandığı" gibi örneklerle sürdürseydiniz Türkçemiz daha çok gelişirdi, değil mi? "bira bardağı" nın yanına "çay bardağı, kola bardağı,süt bardağı, su bardağı,rakı bardağı..." eklenebilirdi aslında niye acele ettiniz sözlüğü hazırlarken. Biraz daha düşünemez miydiniz, Türkçede örnek mi yoktu aşkolsun!Dil Derneği Başkanı Sayın Sevgi Özel'in TDK'nin "Türkçe Sözlük"üyle ilgili eleştirisindeki düşüncelere bu anlamda katılmamak olanaksız. Dil, kişisel çekişmelerin ve makam sevdalarının tatmin edileceği bir alan değildir, toplumun malıdır. Bu bilinçle dile sarılmak, önyargısızca dile yaklaşmak zorundayız. Yanlış nereden gelirse gelsin yanlışı eleştirmek, doğruları da sonuna kadar desteklemek her yurttaşın görevidir.Türk Dil Kurumu, bir devlet kurumu olarak üstlenmesi gereken ciddi görevinin farkında mı acaba? Biraz daha bilimsellik ve ciddiyet lütfen. Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com Yayın Tarihi: 03.05.2007 09:00:00

DİLCİLERİN DİL YANILGILARI VE ÇELİŞKİLERİ ÜZERİNE

Türk Dil Kurumu'nun resmi internet sitesinde site ziyaretçilerinin merak ettiği dil konularına ilişkin sorularına verilen yanıtlarda sergilenen kimi yanlışlarla kurumun genel dil politikasına ilişkin yanlış kimi tutumları daha önceki yazılarımızda sergilenmişti: "Latince Kimi Yeni Sözcüklerin Yazım Sorunu", "Dil Anlayışımızdaki Ciddi Sıkıntılar"...Dil Derneği'nin de kimi dil yanlışlarına yazılarımızda yer vermeye çalıştık: "Yazım Kılavuzu 2005", "Yüklemlerde Anlatım Yolları Üzerine"...Dil Derneği'nin İnternet sitesinde ziyaretçilerin ve dil düşkünü insanların sorduğu sorulara verilen kimi yanıtlardaki bilgi yanlışlarına değinmekte yarar. Adıyaman Erdemir Lisesi'nden A.Rahman'ın sorusu ve ona verilen yanıt şöyle:Soru: "Oraya" sözcüğü gösterme adılı mı, yoksa yer-yön belirteci midir?Yanıt: “Oraya” sözcüğü yukarıda, aşağıya, geriye, ileriye gibi yer-yön belirteçlerinden biridir. Bu, şu, o gösterme önadlarından (sıfatlarından) bura, şura, ora sözcükleri de ad durumu eki aldıklarında belirteç görev üstlenirler.(Sözcük Türleri, Doğan Aksan yönetiminde S.Özel, N. Atabay, İ. Kutluk; TDK Yayını, 1983, s. 101)Bu yanıt üzerinde iki noktada yoğunlaşmak gerekir. İlki cümledeki anlam belirsizliği. "bu", "şu","o" sözcükleri durum eki aldıklarında "bura", "ora" gibi sözcükleri gibi belirteç mi olur yoksa bu sözcükler yalnızca "bura", "ora" sözcüklerinin kökü müdür? Cümlede böyle bir belirsizlik var. Eğer ikinci yargı belirtilmek isteniyorsa cümlenin şöyle kurulması gerekirdi: "Bu, şu, o gösterme önadlarından (sıfatlarından) OLUŞTURULAN bura, şura, ora sözcükleri de ad durumu eki aldıklarında belirteç görev(İ) üstlenirler."Şimdi, sözü edilen "ora, bura,şura" sözcüklerinin bilimsel yönden türüne bakalım, bunlar gerçekten ileri sürüldüğü gibi "belirteç" midir? Önce örnek cümlelerdeki kullanımlarına bakalım:"Orada daha önce üç ay çalıştım.""Burayı size kaça verdiler?""Şuradan birkaç kitap verir misiniz?"Birinci cümledeki bulunma eki alan "ora" sözcüğü "İzmir" ; ikinci cümledeki belirtme durumundaki "bura" sözcüğü "tarla"; üçüncü cümledeki çıkma durumundaki "şura" sözcüğü de "raf" anlamında kullanılmıştır. Yani bu sözcükler bir adın yerini tutmaktadır. Ad olmadığı halde, bir adın yerini tutan sözcükler elbette "belirteç" değil, "adıl"dır. Demek ki busözcükler "gösterme adılı"dır. Verilen yanıtın altında gösterilen kaynakta, sözcük türleriyle ilgili daha pek çok yanılgı vardır elbette. Bu nedenle sözü geçen yapıtın da verilen bilgilerin de yeniden gözden geçirilmeye gereksinimi vardır.Bu sorunun ve yanıtın hemen altında aynı kişinin bir sorusu daha var:Soru: İlgeç tümleci mi, ilgeçli tümleç mi? Bu sorunun yanıtı da ilginç:Yanıt: İlgeçli tamlama, bir yüklemi etkilediğinde ilgeçli tümleç olur: Çocuk gibi ağlıyor; Eve doğru koştu; Senin için aldım…(Sözcük Türleri, Doğan Aksan yönetiminde S.Özel, N. Atabay, İ. Kutluk; TDK Yayını, 1983, s. 136)Kaynak aynı olunca doğal olarak bakış da değişmiyor. Oysa yanıttaki örnek cümlelerden biri olan "Çocuk gibi ağlıyor." cümlesindeki "çocuk gibi" söz öbeği, Tahir Nejat Gencan'da da Muharrem Ergin'de de "belirteç tümleci"dir. Dildeki bu çelişkiler, dilciler arasında olduğu sürece eğitimde birliği sağlamak olanaksız olacaktır. Dilcilerin bakışında birlik sağlamak, öğretimde birliği ve tutarlılığı sağlamak açısından önemli değil midir? Başka bir deyişle belirtmek gerekirse, dilciler dil sorunlarını çözmek için vardır değil mi? Dernek yetkililerinin verdiği öteki cümle örneklerine sözüm yok da bu cümledeki "çocuk gibi" söz öbeğini, yükleme hangi soruyu sorarak bulduklarını doğrusu merak ettim. Sordukları soru acaba bir ilgeç içeriyor mu, yoksa durum belirtecini bulduran "nasıl" sorusuyla mı bu öğeyi buluyorlar? Alın size birçok soru işareti... Günümüzde dilcilerin girdiği asıl çıkmaz bu işte. Her dilci değil ama çoğu dilci, kendi görüşlerinin doğruluğunu kabul ettirme peşinde. Oysa ortak doğrulara doğru yelken açmanın zamanı gelip geçiyor. Dilcilere böyle görevler de düşüyor. Hem de ivedi olarak. Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

“Başarı”nın Etimolojisi ve “Başarısızlığımızın Etimolojisi”

Sanal ortamda Google’da Türkçeyle ilgili bir konuyu ararken, kökenbilgisini (etimolojiyi) ilgilendiren bir yazı ilgimi çekti. Eleştirmenlerden biri, Yalvaç Ural’ı bir dil hatası yüzünden haklı olarak eleştiriyor. Yalvaç Ural, “başarı” sözcüğünün “baş” ve “er” sözcüklerinin veya “baş” ve “arı” sözcüklerinin birleşmesiyle oluşmuş olabileceğini ileri sürüyor. Yani sözcüğün yapıca “bileşik” olduğunu öne sürüyor. Eleştirmen de, haklı olarak, onu yerden yere vuruyor.Yalvaç Ural diyor ki: "Baş-arı olmadan bir kovan ailesi çoğalamaz, bal yapamaz ve soyunu devam ettiremez. Başarı, baş-arı olunca elde edilir. Başarabilmek için baş-arı olmak gerekir." Yalvaç Ural hızını alamıyor. Diyor ki: "Baş-er için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Askeri rütbelerin adlandırılışı da arılardan esinlenilerek üretilmiştir. On kişinin başı olana onbaşı, yüz kişinin başı olana yüzbaşı, bin kişinin başı olana binbaşı dendiği gibi." Asıl mesleği gazetecilik olup dilciliğe soyunan o kadar insan gördük ki, bu dostlarımız, bazen asıl mesleklerini unutup dil uzmanlığına soyunuyor, ahkam kesiyor. Elbette dil toplumun malıdır ve dille ilgili görüşlerini herkes söyleyebilir; ama kendinden geçercesine, görüş ve sanılarını kimse bilimsel doğrular yerine koyamaz. Biz yine de söyleyelim: “Başarı” türemiş bir sözcüktür ve iki yapım eki alarak oluşmuştur: Baş-ar-ı. Aldığı ilk ek, addan eylem yapan ektir. Mor-ar, kız(ıl)-ar, sar(ı)-ar, iç-er, yeş(il)-er, yaş-ar...“Sözcüklerin yapısı”nı incelerken öğrencilerime, içinde “sıcak” sözcüğünün geçtiği bir cümle yazdırmış ve bu sözcüğün yapısını sormuştum. Hepsi, bunun yapım eki almamış “basit” bir sözcük olduğunu söylemişti. Bu sözcüğün “ısı” kökünden –cak ekiyle türetildiğini, “oyuncak” sözcüğünün de benzer yolla oluşturulduğunu belirtmiştim.İkna olmadılar Eski öğretmenlerine ve tanıdıkları değişik öğretmenlere bunu soracaklarını söylediler. Aradan bir iki gün geçince bir öğrencim, sınıfta dedi ki :”Öğretmenimden bilgi aldım, diyor ki ‘sıcak’ sözcüğü basit bir sözcüktür. ‘ısı’ sözcüğünün ‘sıcak’la hiçbir ilgisi olamaz.” Hadi bakalım kolay gelsin öğrenciye... Şimdi kim doğru söylüyor? “ısı” ile “sıcak” arasındaki anlam ilgisini kuramayan bir Türkçe öğretmenine ne demeli şimdi? Zavallı öğrenciler kime inansın? Bir gazetecinin bir yazısında okumuştum: “Türkçe sözcüklerin sonunda iki ünsüz bulunmaz.” diyordu. Hiç düşünmeden yazılan bu cümlenin ilk sözcüğüne dikkat edilseydi, “Türk” sözcüğünde bu düşüncenin yanlış olduğu rahatlıkla anlaşılırdı. Biraz daha düşünülseydi “alt, üst, art, berk, sert...” gibi pek çok sözcüğün bu düşünceyi yalanlayacağını görebilirdi yazar. Ama dile saygı ne gezer! Düşünmeden yazmak daha kolay tabii.Üniversitede bile bazı öğretim görevlileri, duygusal ve bilimdışı bazı dedikoduları “bilimsel” diye yutturmaya çalıştıktan sonra... Şu rivayeti duymayan var mıdır? Güya Türkler bugünkü Amazon bölgesine geliyorlar. Amazon Nehri’ne bakıp: “Amma uzun” demişler ve “Amazon” adı böyle oluşmuş. Vay be, ne bilimler yapıyoruz bu mantıkla. Edebiyat tarihimiz de tarihçilik anlayışımız da birçok eserde buna benzer dedikodularla örülmüştür. Yani uyusun da büyüsün ninni... Üniversite yıllarında Namık Kemal hakkında bir bilgi arıyordum. Yanlış hatırlamıyorsam, Nihat Sami Banarlı’nın bir kitabında ilginç bir not dikkatimi çekti: Namık Kemal’in ilk şiirini dört yaşındayken yazdığını belirtiyordu. Bunun hikayesi de şöyle: Güya Namık Kemal dört yaşındayken annesiyle sokakta yürüyormuş. Ayağı bir kaldırım taşına takılıp düşmüş. Mahcup olan Namık Kemal, ayağa kalkmış ve kaldırım taşına öfkeyle bir tekme savurmuş, demiş ki: “Anasını sattığımın kaldırımı/ Acıttın baldırımı.” Ve bu sözler onun, 4 yaşındayken söylemiş olduğu ilk şiir olarak kabul edilirmiş. Bu notu okuduğumda öyle gülmüş öyle gülmüştüm ki... Hani bizde tarih incelemelerinde “belge”cilik Mehmet Fuat Köprülü’yle başlamıştı, hani tarihçilik anlayışımız değişmişti? Dedikoduyla tarih yapmaya devam ediyoruz ne yazık ki. Üniversitelerde ciddi kaynaklar edebiyat tarihine böyle yaklaşırsa, o bilgilerle yetişen öğretmen, tarihi nasıl anlatır acaba?Bir gazetecinin dilciliği; bir mankenin ekonomi yazarlığı, bir doktorun mühendisliği, bir öğretmenin doktorluğu kadar komik olur. Sahi, bu ülkede neden herkes kendi işini yapmıyor?Başarısızlığımızın etimolojisini sanırım burada aramak daha doğru olur. Bugün gördüğümüz manzara daha çok doğruluyor bu söylediklerimizi. Ama bir konuda konuşması gereken asıl kişilerin sustuğu bir ülkede de olur böyle şeyler, normaldir. Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

"YARI KAYNAŞMIŞ BİLEŞİK EYLEM”

Dilbilgisi öğretiminde Türkçenin büyük sorunları var. Bu konuda dilcilerin bakışında ortak bir kanı oluşmadığı ya da dilcilerden çok, dille ilgisi olmayanların genellikle çığırtkanlığı ağır bastığı için bilimsel ölçütler bir yana itilmiş, bu anlamda büyük bir boşluk ortaya çıkmıştır. Durum böyle olunca da öğretim kurumlarında görevli Türkçe öğretmenlerimiz kendi birikimleri ölçüsünde sorunlara çözüm üretmeye çalışmakta ya da piyasa yayınlarının, bilimselliği tartışılır birtakım bilgileriyle görevlerini yerine getirmeye çalışmaktadırlar.En başta Milli Eğitim Bakanlığı ve Türk dilinin korunup geliştirilmesinden sorumlu olması gereken bugünkü TDK, bu sorunlara ne yazık ki seyirci kalmaktadır. Elbette bu sorunların çözümü yasalarla ve yasaklarla sınırlı, yaptırımcı bir yol izlemek değil; tersine eleştiriye açık, yapıcı ve uzlaşımcı bir anlayışla tüm dilcileri bir araya getirmek ve bunların yapacağı ortak çalışmaların sonuçlarını eğitimcilerle paylaşmak, dilin öğretiminde ortak ilkeler ve yayınlar oluşturmaktır.Özel öğretimde gözlemlediğimiz pek çok yanlışı ve çelişkiyi artık kamuoyuyla paylaşmak ve gittikçe yaygınlaşan bir dil sorununu gündeme getirmek kaçınılmaz bir durum olmuştur. ÖSS ve OKS’ye hazırlıkla ilgili yayınlarda yazar kadrolarının, bilimsellikle ve birbiriyle bağdaşmayacak pek çok bilgi verdiği görülmektedir. Bu bilgilerden biri de “deyimleşmiş bileşik fiil” ve “yarı kaynaşmış bileşik fiil” adıyla öğrenciye sunulan bölümlerdir. Yıllardır öğretilen, eski ve eski olduğu kadar da çoğu yanlış olan bu görüşlerden yepyeni bir yorumla dilimiz ne zaman kurtulacak merak ediyoruz.“Yarı kaynaşmış bileşik fiil“ ne demek? Bunun ölçütü nedir? Doğrusu böyle bir ölçüt de böyle bir fiil de yok bilimsel olarak. Örneğin “karar vermek, haber vermek, görüntü vermek, önem vermek, selam vermek, imkan vermek, yer vermek, cevap vermek, bilgi vermek, izlenim vermek, güven vermek, ödül vermek, sır vermek, rapor vermek, beyanat vermek, korku vermek; hayal kurmak, düş kurmak, tuzak kurmak, bağ kurmak, bağıntı kurmak, ilgi kurmak, ilişki kurmak, (olaylar arasında) köprü kurmak, temas kurmak; soru sormak; kuşku uyandırmak, kaygı uyandırmak, izlenim uyandırmak, şüphe uyandırmak, saygı uyandırmak, saygı duymak, kaygı duymak, kuşku duymak, şüphe duymak, eziklik duymak; ilgi beklemek, ilgi görmek, ilgi göstermek; iz sürmek; yer almak; sır saklamak; idman yapmak... söz öbeğiymiş gibi, çoğu yayında “yarı kaynaşmış bileşik fiil” diye nitelendirilmekte ve öğrencilere bu konuda yanlış bilgiler sunulmaktadır.Bu filleri örnek cümlelerde kullanalım, bakalım yüklem nasıl bulunacak? __Konuya her zaman önem VERİYORUM. (Konuya her zaman gereken önemi VERİYORUM. Konuya her zaman büyük bir önem VERİYORUM...)__Size saygı DUYUYORUM. (Size karşı bu saygıyı hep DUYDUM ve DUYACAĞIM. Size karşı hep inanılmaz bir saygı DUYDUK...)__Bu yazar, bütün yapıtlarında köylü sorunlarına yer VERİR. ( Edebiyat tarihi, yazara hak ettiği yeri VERMİŞTİR. Konuşmasında bu konuya en geniş yeri bu yazarımız VERMİŞTİR...)__Her yazar bu düşüncelere ilgi GÖSTERİR. (Her insan, bu ilgiyi her yerde ve her zaman bu tür yapıtlara GÖSTERMİŞTİR. Bu makaleye okuyucular, sürekli inanılmaz derecede yoğun bir ilgi GÖSTERMİŞTİR.)__Şairimiz, edebiyatımızda son dönemlerde yer ALIR. (Şairimiz hak ettiği yeri edebiyat tarihimizde ALMIŞTIR. Sanatçımız, edebiyat tarihimizde hak ettiği o erişilmez yerini nihayet ALMIŞTIR....)Bunlar bir çırpıda akla geliveren örnekler. Bu listeyi daha da uzatmak mümkün. Şimdi soru 1: Bu örnekler bir cümlede kullanıldığında cümlenin yüklemini bileşik sayıp iki sözcüğü birlikte mi yüklem sayacağız?.“Deyimleşmiş bileşik fiil”in de tam olarak cümledeki yeri ve konumu nedir sorusuna net bir cevap verilebilmiş değil henüz. Deyimler yüklem olduğunda öğrenciye çok klasik bir deyişle denir ki :”Deyimler asla bölünmez..” Ama bu bilgi, Türkçe deyimlerin kullanım mantığını ne kadar açıklamaya yeterlidir acaba? “Eli uzun, dili damağı kurumak, nutku kurumak, çenesi düşmek, hayalleri suya düşmek,gözü dönmek, karnı doymak, karnı zil çalmak, canı istemek, gözü gönlü açılmak, gözü doymak, tadı kaçmak, beli doğrulmamak, canı çıkmak, sesi soluğu kesilmek, eli değmemek, söz dinlemek, içi erimek, içi gitmek, başı dönmek, dilinde tüy bitmek, yerinde yeller esmek, eli böğründe kalmak, yüreği yanmak, burnu büyümek, gözü korkmak, ağzı kulaklarına varmak, yüzü gülmek, göğsü kabarmak, dili varmamak, başı dara düşmek, başı sıkışmak, ağzını bıçak açmamak, canı sıkılmak, eli darda, boynu bükük, gözü tok...”__Oğlu sınavı kazanınca göğsü KABARDI. ( Oğlu sınavı kazanınca o duygusal yaşlı adamın göğsü KABARDI. Bu olay, adamın göğsünü iyice KABARTMIŞTI.)__ Zaman geçince hayalleri suya DÜŞMÜŞTÜ. ( Adamın hayalleri tek tek suya DÜŞÜYORDU. Bir gün gerçekleşir diye beklediği hayalleri suya DÜŞÜYORDU....)__ Bu olaylardan sonra ağzını bıçak AÇMIYORDU. (Yaşanan bunca acı olaydan sonra bu genç ve dinamik adamın ağzını bıçak AÇMIYORDU...)İkinci sorumuz şu: Bu deyimlerin yüklem olduğu cümlelerde yüklem, hep deyimin tamamını kapsayacak biçimde mi alınacaktır? Buyurun öyleyse bu cümleleri ve bunların benzerlerini öğelerine ayırın. Bilimsel açıklamasını da bekleyelim. Yine de biz çağrıda bulunalım: MEB, TDK, DİL DERNEĞİ ve tüm dilseverler göreve!... Türkçe Öğretmeni Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

"CHAT", "NİCK" VE TDK'NİN "TÜRKÇE"Sİ

"Chat, nick, mail, server..." gibi pek çok yabancı kökenli sözcüğü özellikle genç kuşaklar, günlük hayatta tahmin edilemeyeck kadar sık kullanmaktadır. İnternetin yaygınlığı açısından düşünülürse bunların gençler arasında yaygın kullanımı yaklaşık on yılı bulmaktadır. Bir Türkçe öğretmeni olarak öğrencilerime derste Türkçe kurallar açısından nasıl yazmaları gerektiğini anlatsam da pek etkili olamıyor bu. Çünkü bu sözcüklerin herhangi bir kaynakta yazımına ilişkin kanıt yok ki. Anlattıklarım gençlerin kafasında yalnızca bir soru işareti uyandırmaktan başka bir işe yaramıyor tabii.Türkçe dersinde gençlerle aramızda genellikle söyle bir diyalog geçiyor:-Aynı dillerden Türkçeye geçen pek çok sözcüğü inceleyelim: Elektrik, iskele, istasyon, telefon, televizyon, kompütür, enflasyon, pratik, plastik, istatistik gibi sözcükler ingilizcedeki özgün biçimiyle mi yoksa söylendiği gibi mi yazılmaktadır? -Elbette söylendiği gibi yazılmaktadır." diyorlar. -Peki kullandığınız 'nick', 'chat', 'mail' gibi sözcükleri neden söylendiği gibi yazmıyorsunuz?-Hocam bunlar artık kalıplaşmıştır dilimizde. Böyle yazıyor herkes de ondan. Üstelik bunların böyle yazılmayacağını gösteren herhangi bir resmi belge de yok. Biz Yazım kılavuzlarına bakıyoruz, bu sözcüklerin yazımı yok.Evet, gençler haklı. Hem de çok haklılar. Daha düne kadar hiçbir yazım kılavuzunda bu sözcükler yoktu. Ta ki geçen yıl TDK'yi ve Dil Derneği'ni bu konuda uyaran yazışmalarım olana kadar. Geçen yıl TDK, sanal ortam sözlüğünde bir değişiklik yaparak önce "chat" biçiminde yaygın yazımı aldı sözlüğüne. Sonra TDK'nin bu yanlış tutumunu eleştiren bir yazı yayımlayıp bu yazımı TDK'ye gönderdim. Bir baktım ki TDK "chat" sözcüğünü kaldırıp "çet" biçimini kısa bir süre benimsedi. Bu değişiklik de çok kısa sürdü. Şu anda TDK'nin sanalağdaki sözlüğüne bakınız, orada bu iki yazım biçimini de göremeyeceksiniz. Çünkü TDK de ne yapması gerektiğine hala karar verebilmiş değil anlaşılan. Yani insanlar arasında on yıl boyunca bir sözcük yanlış kullanıldıktan sonra hala bu sözcüğün yazımına karar verememek başka hangi ülkenin dil kurumlarında görülebilir bilmiyorum.Neyse ki Dil Derneği 2005 yılında yayımladığı Yazım Kılavuzu'nda bu sorunu açık biçimde ortaya koyup "çet" yazımını sundu kamuoyuna. Dil Derneği'ni bu doğru ve cesur tavrından dolayı kutlamak gerekir gerçekten.Türk Dil Kurumu'nun sanalağdaki sözlüğüne bakınız, orada "chat, nick, mail" gibi hiçbir sözcüğün yazımını göremezsiniz. Bu saydıklarımdan yalnızca "chat" sözcüğü "söyleşi"ye yönlendirmeyle açıklanmaktadır. Oysa "chat" inanılmayacak kadar yaygındır. Bir insan bunu yazmak isterse nasıl yazacaktır, asıl sorun budur. TDK'nin anlayamadığı da budur. Sadece bu değil tabii anlaşılması gereken; bir de şu var: Bu sözcükler, TDK'nin dili ihmal etmesi sonucu o kadar yaygınlaştı ki bunların eylem biçimleri de ciddi bir sorun olmaya başlamıştır. Hatta bu eylemler, daha beter yazım sorunları yaratmıştır. Haydi buyrun bakalım bunların da yazım biçimlerini ortaya koyun da görelim: "Chatlaşmak" mı, "chatleşmek" mi, "çetleşmek" mi? "Mailleşmek" mi doğru, "meylleşmek" mi? İşyeri adları bile bunlardan türetilir olmuştur: Chatkapı İnternet, gibi. Biz diyoruz ki bu sözcüklerin Türkçesi kullanılmayacaksa eğer bunların doğru yazım biçimi şu olmalıdır: ÇET, NİK, MEYL. Bu sözcüklerden ikisinin eylem biçimi de şöyle yazılmalıdır: ÇETLEŞMEK, MEYLLEŞMEK.Yarın bunlara "nicklenmek" mi "niklenmek" mi gibi sorular eklenmeden elini çabuk tut TDK. Adana'da Toros Mahallesi'nde iki yıl önce meydana gelen internet kafedeki öğrenci saldırısı, Hürriyet Çukurova Bölge ekine haber konusu olduğunda gazetenin başlığında bile "chat kavgası" olarak yansımıştı olay. Bu kadar ciddi bir sorun karşısında TDK'nin sessizliğini anlamak olanaksız. Gençlerin Türkçeyi güzel kullanamamasından yarın gençleri sorumlu tutmaya hakkınız olur mu, bugün onlara yol göstermekten aciz olursanız beyler?Çevremizdeki internet kafelere bakalım, tabelaların kaç tanesinde "internet kafe" kaçında "internet cafe" yazıyor? Deneyin. Bu yazım yanlışının ve dil kirlenmesinin nedeni TDK'nin hantal tutumu değil midir? TDK, kendini affettirmek için işyerine Türkçe isim verenlere ödül adı altında avuntular ararken bu hantal tutumuyla asıl dil kirlenmesini kendisi de yaratmıyor mu sizce? Bu dil kirlenmesinde yetkili kurum olarak TDK'nin günahı yok mu acaba? Verdikleri ödüllerle övünen TDK yetkilileri, işyerine yabancı ad verenleri kınarken, kendilerine de iğneyi batıracak mı acaba?"İnternet kafe" sözcüğü ÖSS'de soru olarak soruldu; fakat ne hikmetse hala TDK'nin Türkçe Sözlüğü'nde ve "İmla Kılavuzu"nda yok. İnternet kafelere bakınız, çoğunda hala "internetcafe" yazıyor ve TDK uyuyor. Ne acı değil mi? Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

"ELEŞTİRİ" VE "TARTIŞMA" ÜZERİNE

"Eleştiri" ve "tartışma" Türkçede anlaşılmak bakımından haksızlığa uğramış iki sözcük. Bunların gerçek anlamları ile anlaşılan anlamları arasında dağlar kadar fark var. "Tartışma" genellikle "tatsız konuşma ve atışma" biçiminde anlaşılır. "Eleştiri" denince de genellikle "bir şey ya da kişi hakkında olumsuz görüş bildirmek" anlaşılır. Bu iki kavramın kökenine inilince durum nedir acaba?"Eleştiri", eskiden evlerimizde genellikle un elemeye yarayan aracın "el" ile tutulmasından hareketle oluşturulmuş olan "elek"in eleyici işlevinden hareketle ve örnekseme yoluyla mecaz anlam kazanmış bir sözcüktür. Öyle ya, her eleştiri, yöneldiği yapıtın olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya koymaya, iyi ve kötü yanlarını sergilemeye çalışır. Tıpkı bir elek gibi. Peki biz eleştiriyi nasıl işletiyoruz günlük hayatımızda? Genellikle bir kişiyi, kurumu ya da yapıtı yerin dibine batırarak. Yıkıcı olan bu eylemimiz gerçekten eleştirici bir yaklaşım mıdır?"Tartışma"nın kökü de "tartmak" eylemidir. Farklı düşünceleri adil bir terazinin iki kefesine koyup tartarak ağır basanı tercih etmemize yarayan bir etkinlik olarak düşünülerek oluşturulmuş, oldukça uygar anlamlı bir sözcüktür. Sözcük son derece masum bu anlamıyla. Gelgelelim biz bu sözcüğe de bu anlamından çok farklı bir anlam yüklemişiz. Buna: "Annem, babamla tartıştı yine." cümlesindeki "sürtüşme,atışma" anlamını yıkarak, onu olduğundan ve olması gerekenden çok uzak noktalara götürmüş, bu anlamını yazınsal tartışmalarımıza da taşımışız. Sonra da tartışma geleneğini bozarak tartıştığımız her insana ilkel bir anlayışla saldırma düşüncesine kapılır olmuşuz. Toplum bu sözcüklere böyle anlamlar yükleyince, ister istemez "eleştiri" ve "tartışma" ortamlarındaki tepkilerimiz de değişiyor. Örneğin biri bize bir eleştiri getirince "eleştiri"yi hakaretle karıştırıp ya onu mahkemelere verip sürüm sürüm süründürmeyi ya da gücümüz yetiyorsa ona hak ettiği bir ton sopayı atıp onu cezalandırmayı akıl ediyoruz. Bu tavırlarımızın örneklerini topluma mal olmuş kişilerde de görebiliyoruz. Sanatçı, sözümona sanatçı, siyasetçi, bürokrat vb. birçok kesimde bu tutumun yığınla örneği var. Sayın Başbakanımızın, yakın zamanda, eleştirilere TV'lerde görüntülenen tepkileri, Bir bakanın "ulan"lı konuşmalarla eleştirilere cevap vermesi..."Tartışma" ortamlarında tartıştığımız kişilere karşı sergilediğimiz hoşgörü anlayışı da bundan pek farklı değil tabii ki. Bizi köşeye sıkıştırdılar mı fikir anlamında, aklımıza ilk gelen sözlü hakarettir. Bu da yetmezse "Ben sana tartışmanın ne olduğunu gösteririm gerekirse" türünden son derece insancıl(!) tehditlerle başlayıp kanlı bıçaklı kabgalara kadar tepkilerimiz uzanıyor bazen.Büyüklerin bu medeni, tavırları küçüklere ister istemez örnek olduğundan onlar da bu kavramları gördükleri biçimiyle uygulayarak büyüyor. Böylece son derece "medeni"(!) bir toplum yaratılıyor."Eleştiri" ve "tartışma" kavramnlarının anlamsal temellerine dinamit koyanlar, acaba bu sözcüklerin anlamını genç beyinlere iyi öğretememiş olan okullarımız mı acaba? Anne ve babalara da bu konuda görev düşse de bu iki kavramın özellikle okullarda gençlere yeniden öğretilmesi gerekmez mi? Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

ANNELER GÜNÜNE DOĞRU

Üç yaşındaydım ve yıl 1965'ti sanırım. Bir gece uykumdan kan ter içinde uyandım. Attığım çığlıklar üzerine annem yatağından fırlamış, baş ucuma dikilmiş: "Hayırdır oğlum, kâbus mu gördün?" diye söyleniyordu. Bir yandan annemin tesellisiyle oyalanıyor, bir yandan da içine yuvarlandığım uçurumun aslında gerçek olmadığını düşünüp rüya alemindeyken bunun bilincine varmayı denemek gerektiğini tasarlıyordum. Eğer bunu başarabilirsem bir daha hiçbir kâbustan korkuyla uyanmayacak, güzelim uykularım bölünmeyecek ve annemi rahatsız etmeyecektim. Tam bunları düşünürken dalıp gitmişim uykuma. Ne ilginçtir ki demin beni çığlık çığlığa bırakan o rüya, uykumda devam ediyordu kaldığı yerden. Ben uçurumdan yuvarlanıp tam dibe çakılacakken bunun bir rüya olduğunu düşünüp kanatlanıveriyor, yükseliyordum, yine dibe doğru yaklaşınca kanatlanıp yukarılara tırmanıyordum. İlk zaferim buydu benim hatırladığım.Babam o yıl hastaydı ve tedavi için doktorların tavsiyesi üzerine bir yaylaya göç etmişti. Annem yerini bile bilmiyordu. Yalnızca şoförler yayladan gelip geçerken babamı gördüklerinde anneme onun haberlerini iletir, bize selamını getirirlerdi. Aradan birkaç ay geçmeden babamın hastalığı ağırlaştı, babam köye döndü. Hastane-ev arasında mekik dokuyordu artık. Günlerim evde ağlamakla geçiyordu. Bir gün doktor elinde deri çantasıyla kapımıza dayandı. Çantasını açtı, babamı muayene etti. Anneme dışarıda acı gerçeği açıkladı. Babamın ölümü çok yakındaymış artık. Rahmetli Sümeyya ninem de yanımızdaydı. Poşusunu çıkarıp kıbleye yöneldi ve dedi ki: "Allah'ım, oğlumun canını alacaksan, kurban olayım, önce benim canımı al, bana evlat acısı gösterme hayatta." Gerçekten de aradan üç dört saat geçmeden akşam üzeri ninem,üç dört saat sonra da aynı gün babam vefat etmişti. Rüyamdaki uçuruma yuvarlanışım gerçekleşmişti dört yaşımda. Hiçbir geliri olmayan dört çocuklu bir ailenin hem annesi hem babasıydı annem. Evimiz eskiydi sel vurdu, arka duvarı çöktü ve birçok çocukluk fotoğrafım kayboldu, bir yanım daha eksildi. Annem bir yandan gündelikçi çalışıyor, bir yandan evi toparlamaya çabalıyordu. Hep derdi ki:"Ailem dağılmasın da canları sağolsun." Genç yaşında dul kalmış, pek çok isteyeni olmuştu. Ama o:"Yavrularım eşimden bana emanet, önce onlar, sonra ben." Evlenmedi hiçbir zaman. Pamuk topladı bizimle Çukurova'da, Amik Ovası'nda, Söke Ovası'nda... Aç kaldı, susuz kaldı. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi. İçine itildiğim ve rüyayken gerçek olan o uçurumda beni hep yükseklere çıkaran kanatlarımdı o. Gerçekten bunu her zaman hissetim. Bir rüya bir yaşama ancak bu kadar yakışabilirdi. Yoksul olduğundan mıdır nedir, ne zaman bir yoksul görse gözleri dolar. Acınacak haldeyken bile insanlara acıdı yüreği. Her tür acıyı yaşadı: eşsiz kalmak, aç kalmak, kırk derecelik yaz sıcağında aylarca çalışmak, horlanmak, ezilmek... Ama bir zenginliği var ki... İnsan... İnsan... İnsan.... Bir felsefesi vardı ki değme filozoflarda yok. Kulaklarımdadır hala insana bakışı: "Külmin la dinühü ve allahiy inühü." (Herkes dinde kendi yoluna, Allah herkese yardımcı ola.) Bu insandan daha büyük bir laik, daha hümanist var mıdır dünyada? En büyük mirasın nedir deseler, derim ki, ilkokulu okumamış bir insan olan annemin bana bıraktığı temiz ahlak ve insanlıktır. Öyle ya, İNSANLIĞIN OKULU YOK anne! Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

ÜNİVERSİTELERİMİZDE BİR EKSİKLİK ÜZERİNE DEĞİNİ

Eğitim sistemimizin sorunları tartışılırken son yıllarda gelip dayandığımız ilk noktalardan biri, eğitim anlayışımızın yanlışlığıdır. Öğrenci, öğretmen ya da veli hep bu olumsuz gelişmede yoğunlaşır. Gözlemlerimiz, bu konuda ne yazık ki bizi böyle eleştirilere yöneltir. Amatörceedebiyat sitesinde Prof. Dr Sayın İbrahim Ortaş'ın "ÖSS SINAVI VE BEYİN GÖÇÜ" adlı o nefis yazısını okurken aynı konu gelip aklıma takıldı. Daha önce aynı sitede yayımlanan bir yazımda Prof. Dr. Zeynep Korkmaz'ı eleştirirken kurduğum bir cümleye Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sayın Mehmet Özmen takılmış ve bir araya geldiğimizde beni sitem dolu sözlerle eleştirmişti. Çünkü ben o yazımda okuduğum üniversitede bir öğretmenimin bilimsel tutumla örtüşmeyen bir tutumunu eleştirmiş ve bu tip olaylardan hareketle, üniversitelerin bilim yuvaları olmaktan hızla uzaklaştığını üzülerek belirtmiştim. Dostumuz, bu tip olayların bireysel hatalar olduğunu ve bunların bizi genelleme yapmaya götürmemesi gerektiğini belirtmişti. Ama ben, iyi niyetli birçok bilimadamının bulunduğunu bilsem de, üniversitelerimizde bu anlamda hala ciddi kaygılar bulunduğunu ve üniversitelerin her geçen gün bilimsellikten uzaklaşan kurumlar olduğunu düşünüyorum. Prof. Dr. İbrahim Ortaş'ın üniversitedeki gözlemleri de benim gözlemlerimle örtüşüyor, benim düşüncelerimi doğruluyor. Ama bu demek değildir ki bütün öğretim üyeleri bu çağdışı anlayışa çanak tutmaktadır. Onurlu ve onurlu olduğu kadar bilime saygılı, pek çok öğretim elemanını ve akademisyeni burada saygıyla anmak gerekir.Sayın Ortaş diyor ki: "Geçmişte üniversitelere eleman alınırken günlerce kişilerin yetenekleri dikkate alınarak sezgileri ve algılama kapasitesi yüksek olan, zeki, dil bilen, motivasyonu yüksek, lider vasıflı kalburüstü kişiler üniversitede kalırdı. Şimdi ise kim saygıda kusur etmiyorsa, evet efendimciler ise baş tacı edilmektedir. Özellikle gelecek sorunu olan kişilerin bu tür davranışlara itilmesinde biz hocaların büyük günahı bulunmaktadır. Nedense hep küçük çıkarlarımız için bir dediğimizi iki yapmayan kişileri çok sevdik, fakat hakkını arayan, doğruya doğru, eğriye eğri diyenleri ise dışladık. Geçmişte dik durup üniversitelere alınmayan ancak başarılı iş hayatı olan bir çok kişi tanıyorum. Zeki ve girişimci bu kişiler üniversitelerde olsalardı acaba ne tür katkılar sunarlardı. Şimdi bütün bu olgular ülkemizin halen bilim politikasının olmaması, bilimden beslenen bir toplum olmadığımızı, bilimi maalesef salt kendi varlığımızı korumak veya ispatlamak için kullandığımızı göstermektedir. Kafasında soru işareti olan ve çözümünün ancak yetişkin ve sezgileri güçlü beyinlerden geçtiğini bilen batılı bilim adamları bilimi kendileri için değil, insanlık için yapanlar ise bilimsel kapasitesi olan gençleri tercih etmektedirler. Batı üniversiteleri bilim adamı seçiminde her aşaması objektif seçicilikle bilim yuvalarına en iyilerini alarak bilim ve teknoloji yaratmakta ve bu teknolojiyi dünyaya pazarlayarak bilginin önemini ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bizde ise bilimin ve bilginin toplum yaşamından uzak tutulması için üniversiteler adım adım maddi ve manevi anlamda zayıflatılmaya çalışılmaktadır." Sayın Ortaş'ın bu düşüncelerine saygı duyuyor, açıkyürekliliğinden dolayı onu alkışlıyorum. Gerçek bilimadamlığı, eleştirici ve özeleştirici olmayı, kendimize bakarken bile nesnel kalmayı gerektirir.Dilinize sağlık Sayın Ortaş. Bu görüşlerinizin altına aynen imzamı atarım. Çünkü okuduğum üniversitede gerçekten mezun olana kadar gözlemlediğim şey buydu. Acı ama gerçek. Örneğin ben mezun olduğum yıl, bölüm başkanımız, araştırmacı özelliğimi tarafsızca keşfetmiş ve bana üniversitede kalma teklif etmişti. Ama ben, Sayın Ortaş'ın yukarıda değindiği bazı yanlışlar yüzünden bu teklifi reddetmiştim. Araştıran ve gerçekten bilimsel bakışı benimsemiş bir insanın artık üniversitede tutunmasının imkansız olduğunu gözlemlemiştim. Üniversitelerde siyasi kamplaşmalar ağır basıyordu. Üniversitelerin belirli düşünce kalıplarına mahkum edilmiş olması gerçekten çok aşağılayıcı bir durum bana göre. Bilim daima siyaset üstüdür ve evrensel bakışı gerektirir. Siyaset, bilimden yaralanabilir ama blim siyasetin emrinde olamaz. Sayın Ortaş'ın şu cümlelerini okuyunca yarama tuz basıldı, yaram kanamaya başladı sanki: " Nedense hep küçük çıkarlarımız için bir dediğimizi iki yapmayan kişileri çok sevdik, fakat hakkını arayan, doğruya doğru, eğriye eğri diyenleri ise dışladık. Geçmişte dik durup üniversitelere alınmayan; ancak başarılı iş hayatı olan birçok kişi tanıyorum. Zeki ve girişimci bu kişiler üniversitelerde olsalardı acaba ne tür katkılar sunarlardı?" Ülkeyi sevmek adına bu ülkeye kötülük ediliyor bu noktada. Gerçekten araştırma ruhu yüksek, onurlu pek çok insan sırf farklı düşünceler taşıyor diye üniversitelerden dışlanmış, böylece üniversitelerimiz, gelecek vaat eden pek çok insanı kaybetmiştir. Şu an üniversitelerdeki manzarayı eskiden İstanbul'da asistan olan bir arkadaşım daha iyi özetlemişti. "Asistan Bey, üniversitede ne yapıyorsun?" diye takıldığımızda bize derdi ki: "Profesörlerin en iyi 'çanta taşıyıcı"larındanım. " Bu şakalı söylemde bile içimizi derinden yaralayan bir acı gerçeğin, neredeyse gelenekselleşmiş bir yanlış mantığın izleri yok mu ?Bu ülke ve bu üniversiteler bizim elbette. doğrularıyla övünür, yanlışlarıyla üzülürüz. Yanlışları eleştirmek, doğruya giden ilk ve en önemli adımdır. Birbirimizi elştirdiğimizde sevgisizlik göstermiş olmuyoruz. Yanlışlarımızı görmek, yanlıştan dönebilmek erdemlerin en büyüğüdür. İlerlemenin başka yolu var mı?

AYDINLARIMIZA BAKIŞIMIZ DEĞİŞMELİ

Aydınlarını bizim kadar seven ve aydınlarından bizim kadar nefret eden başka bir ülke var mı bilmiyorum. Aydınlarımızdan nefret ediyoruz; çünkü bize doğruyu söyleyip yanlışımızı gösteriyorlar, yaşam biçimimizi değiştirmeye kalkışıyorlar ve onlara kızıyoruz. Kızmak ne kelime; elimizden geldiği kadar ömürlerini kısaltmaya çabalıyoruz. Biraz mahkeme, biraz hapis, o da olmazsa başka bir yol... Çok mu abarttım; birkaç kendini bilmezin kışkırtmasıyla 37 aydınımızı diri diri yakmadık mı yakın geçmişte, hem de Cumhuriyet düşüncesi meşalesinin en çok parladığı Sivas'ta? Aziz Nesin'e kızıp onu da yakmaya, "vatan haini" ilan etmeye kalkmadık mı? Kimi vatanseverler Nazım Hikmet'i "vatan haini" ilan edip onu Rusya'da ölüme mahkum etmedi mi? Hüseyin Rahmi Gürpınar'ı İstiklal Mahkemeleri'nde süründürmedik mi? Aynı akıbete uğrattığımız Halikarnas Balıkçısı'nı mahkeme kararlarıyla dönemin kuş uçmaz kervan geçmez Bodrum'larına sürmedik mi? Daha da yetmedi Yaşar Kemal'ler benzer nedenlerle mahkeme kapılarını aşındırmadı mı?Ama bakın, bir daha ve bir daha bakın; bu saydığım isimlerin hepsi de, bazıları hala hayatta olmasına karşın ders kitaplarında yerini aldı bile. Ülkemiz edebiyatının yüzü onlarla gülüyor. Yaşarken öldürmeye kalkıştığımız ve çoğunu öldürdüğümüz bu yazarlarımızın ardından hep oturup ağladık. Bu, ülkemizdeki gerçek sanatçıların kaçınılmaz kaderidir. İşte biz onları bu kadar seviyoruz aslında. Nedense sevgimiz hep de ölümlerinden sonra ortaya çıkıyor. Bunlar ölmeden, bunların değerini bilemiyoruz. Kaç aydını var bu ülkenin oysa değil mi?Herkes hatırlar Attila İlhan örneğini. Daha dün kaybettik onu çünkü. Ölümünden önce sağcı basın da solcu basın da ona hücum ettikçe hücum ediyordu. Öldüğü gün bu akınlar tersine dönmüş, hepsi karalar bağlamış, sütunlarında Attila İlhan ağıtları yakıyordu. Bunların aklı neredeydi ölümden önce? Yaşar Kemal'in yapıtlara onlarca dile çevrildi. Bu yapıtlar, bütün dünya ülkelerinde Türk kültürünü tanıtıyor. Ülkemizin kültürünü tanıtmak için devlet bütçesinden ayırdığımız tanıtım fonlarının yaptığı etkiden belki daha fazlasını yapmıştır Yaşar Kemal'in yapıtları. Bunları kaç kişi düşünüyor bu ülkede merak ediyorum. Bu yazarımızı "vatan hainliği" ile suçlamaya kalkışacak kişilerin, bu ülkeye ne verdiklerini sorgulamalarını öneririm. Bu ülkede benim ne kadar hakkım varsa Yaşar Kemal'lerin ve adını andığım bütün yazarların en az o kadar hakkı var diye düşünüyorum. Onları yargılamak yerine oturup kendimizi yeniden yargılamaya ve on yıllardır yaptığımız hatalardan dönmeye ihtiyacımız var. Norveçli bir misafirim vardı 1997'de. Bizim evimize geldiği gün daha tanışma faslı biter bitmez, edebiyat öğretmeni olduğumu duyunca dedi ki: "Yaşar Kemal'in evi yakın mı buraya?" Çok şaşırdım:-Yaşar Kemal'i nereden tanıyorsun. dedim.-Onun pek çok eserini okudum. Doğup büyüdüğü evi çok merak ediyorum, demez mi?Aynı gün bu edebiyat dostunu alıp Yaşar Kemal'in Kadirli-Osmaniye arasındaki Hemite Köyü'ne götürdüm üşenmeden. Köyün girişinde bir de Yaşar Kemal'in bir heykeli var. Bayan misafirimiz köyün camisini görür görmez:-Yaşar Kemal'in gözünü buralarda kör etmişler, dedi. İnanılmaz şekilde şaşırdım bu kez.Camiye iyice yaklaştık. Daracık bir yoldayız. Yüzünü camiye döndü, sonra birden tam arkasını göstererek:-Onun evi şurada olmalı, dedi.Yakınımızda olan bir köylü yaklaşıp selam verdi bize. Ona da sordum Yaşar Kemal'in evini. Olamaz böyle bir rastlantı. Evi doğru tahmin etmişti. Öyle güzel anlatıyor ki her şeyi. Adeta Yaşar Kemal'le kendi köyünü gezer gibi hissettim kendimi. Yer Demir Gök Bakır, Demirciler Çarşısı Cinayeti, Teneke, İnce Memet gibi pek çok romanını okumuştu. Hayatıyla ilgili en ince ayrıntılara varıncaya dek tanıyordu bizim yazarımızı.Ertesi gün öğrencilerim üzerinde mini bir anket yapmaya karar verdim. Ne de olsa ÖSS hazırlık yapıyordum ve öğrencilerim lise mezunuydu. Pazartesi derslerine girdiğim beş sınıfın beşine de aynı soruyu sordum: Yaşar Kemal'in eserlerini okuyan ve onu tanıyan var mı?Sonuç mu? Tahmin ediyorsunuz az buçuk, ama söyleyeyim: Her sınıfta Yaşar Kemal'in bir eserini okuyan ya bir öğrenci çıkıyordu ya hiç çıkmıyordu. Hatta öğrencinin biri şöyle demişti de şaka sanmıştım:-Hocam, Yaşar Kemal ne iş yapar?Üstelik bu anket, Yaşar Kemal'in memleketi Adana'da yapıldı. Başka bir ilimizde yapılsa ne olurdu acaba diye düşünmeyelim isterseniz. Bugün gençlerimize verdiğimiz edebiyat ve sanat bilincidir bu. Yakınmaya hakkımız yok artık. Eski bir cumhurbaşkanımızın Teksas, Tommiks merakını hepimiz hatırlıyoruz değil mi? Bir ülkenin cumhurbaşkanı Teksas,Tommiks okursa vatandaş hangi dünya klasiklerini okur sizce?Unutmayalım şunu ama, ne olur: Bu yazarlar, bu aydınlar hepimizin gözbebeğidir; bugün öldürmeye, hapse atmaya çalıştığımız kişiler yarın ardından ağlayacağımız kişiler olmasın! Geç olmadan uyanalım aman ha! Nuri SAĞALTICI Yazar Eposta : nurisagaltici@hotmail.com

ŞİİRLERİM

RİTA'YA GAZEL Gizem mabedim, sevgilim Rita Oliveria,
Yitirdiğim sahilde karşıma çıktın yüzyıllar sonra
Pıt pıt atar yüreğin durmadan senin
Kim sığdırabilir seni kaya mezarlarına
Önün açık deniz, alabildiğine mavi
Aşksız yetmez bunlar senin mutlu olmana
Saçların tutuşur, denizler alevlenir
Aşktan özlemden bütün günbatımlarında
Ah sesin ne hazindi, ne güzeldi yüzün!
Rüzgardır aslolan hayat ve tek kitap burada.
Bir tarih kadar eskidim aşkınla, bir tarih kadar
Aşk için oydurdum Amanoslar'ı boydan boya
Kaç kez şafaklar süzdün yollarımı gözlerken
Kaç kez yandı yüreğimiz aşk için hatırla
Maviler geçer düşlerimden, gözlerinin mavisi
Ya gel Rita'm bana zamansız, ya al beni sonsuz uykuna
Bir dua okurdun gönlümü titreten günbatımlarında
Hatırla onu son bir kez rita, hatırla.
"Mahlukatı meftun eyle yarab hüsnüne kâinatın
Aşkın gücünü ve sonsuzluğunu cömertçe ver bana."
Ah Rita, tek gözlü bir korsan yedi ömrümü benim
Adın hala yaşıyor bu dağlarda attığım çığlıklarla
Tüneller açtırdım ulaşmak için, ulaşmak için sana
Sevmese seni Titus'un, zulmeder miydi onca insana?
Nuri SAĞALTICI